Uzun yıllardır din adamları evrimi çürütebilecek bir teori arıyorlar. Adem ve Havva hikayesi, koşullara uyum sağlayarak yavaş yavaş evrim geçiren bir primat türü olduğumuz fikriyle çeliştiği, ancak modern bilim tam anlamıyla evrimi desteklediği için ve evrimin yanlış olduğunu gösterebilecek herhangi bir veri ortaya çıkmadığı için ya bilimin yarın farklı açıklamalar yapabileceğini söyleyerek evrime inanmayan dindarlarla ya da Adem ve Havva hikayesinin aslında bir metafor olduğunu söyleyenlerle karşılaşıyoruz. Fakat bunlar dışında eğer doğruluğu ispatlanırsa en azından insanın evrimini gerçek anlamda çürütebilecek bir hipotez daha var. Antik astronot teorisi.
Yani insanların çok gelişmiş uzaylı bir kavim tarafından özellikle evrimleştirildiği, doğal seçilimle değil de yapay seçilimle bilinçlendirildiği fikri. Kabul bu teori evrimi çürütmüyor. Ama en azından insanların özellikle bu şekilde modifiye edildiği ispatlanabilirse Luca gibi son evrensel ortak ata tezleri ya da bilincin rastgele bir şekilde oluştuğu iddiası sallantıya düşebilir.
İşte bu videoda bu hipoteziyi inceleyeceğiz. Antik astronot ya da uzaylı tanrı hipotezi basitçe insanların deney ürünü olduğunu söyler. Teknoloji açısından bizden çok daha gelişmiş olan başka bir uzaylı kavmin bu dünyaya inerek basit bir primat türünü kısa süre içerisinde homo sapiens'e evrimleştirdiğini ve bu insanlar yeterince medenileşene kadar Homo sapiens'a mentorluk yaptığını iddia eder.
Söylendiğine göre bu dev ve süper zeki varlıklar insanlar tarafından tanrı ya da yaratıcı olarak görülmüşler ve tapılmışlar. Bu sebeple antik mitolojilerde gördüğümüz bütün o Zeus, Osiris, Odin ve Enki gibi dev tanrılar aslen uzaylıdırlar. İnsanlara Göbekli Tepe'yi de bunlar inşa ettirmiştir, piramitleri de bunlar yaptırmıştır ve demir işçiliğini, terziliği, büyücülüğü Hatta yazı yazmayı bile bu tanrılar sayesinde keşfetmişizdir. Prometheus gibi filmler ya da Erich von Däniken yahut Zakaria Sitchin gibi yazarlar bu hipoteze gönderme yaparlar.
History Channel'daki Ancient Aliens adlı belgesel de bu fikrin popülerite kazanmasında büyük bir rol oynamıştır. Fakat bu işi sadece böyle anlattığımız zaman bir ciddiyeti kalmıyor. Zira basit bir komplo teorisiyle karşı karşıyaymışız gibi geliyor.
Peki ama ya böyle değilse ya mitolojiler hatta kutsal kitaplar dahi... esasen bu hipotezi destekleyen hikayeler anlatmışlarsa işte o zaman işler değişir. Bütün mitolojiler Titan dediğimiz insanlardan daha büyük ve kuvvetli bir takım varlıklara göndermeler yapmışlardır.
Antik Mısır'da tanrılar insanlardan çok daha büyük bir cüsseyle resmedilmişlerdir. Bu tanrıların konumunu ve varlıksal statüsünü betimlemek için de böyle yapılmış olabilir. Gerçekten de insanlardan daha büyük olduklarına inanıldığı için de. Yunan mitolojisinde de Olimpos'ta yaşayan tanrılar insanlardan çok büyük bir cüsseyle resmedilmişlerdir.
daha devasa ve kuvvetlidir. Keza Sümer mitolojisi tanrıların dev varlıklar olduğunu iddia eder. Çünkü onlar tanrıdır ve insanlardan yücedirler.
Tevrat'ta dahi yaratılış kitabında Nuh tufanından önce göksel varlıkların insanlarla cinsel ilişkiye girdiği ve bu sebeple yarı melek yarı insan dediğimiz Nefilim adındaki varlıklar doğduğu yazar. Bu varlıklar ayetlere göre önemli çağ kahramanı, ünlü kişilermiş. Yani Herkül gibi, Perseus gibi varlıklarmış.
Bu varlıklara İbranice'de dev anlamına gelen Nefilim adının verilmesi ise basit bir tesadüf olarak değerlendirilemez. Hatta apokrif metinlerden olan Ölü Deniz yazmalarında ve Enoch kitabında dahi bu varlıklara ve onların dev olduğuna dair önemli aktarımlar görürüz. İnanca göre Nuh tufanının asıl gerekçesi bu varlıkların sapkınlığıdır. Devler o kadar canileşirler ki bir süre sonra insanları bile yemeye başlarlar.
Ya da insanları boyunduruk altına alıp bir diktatör edasıyla onlara zulmederler ve asıl tanrı bu durumdan çok rahatsız olduğu için nefilimleri öldürmek amacıyla bütün dünyayı bir tufanla cezalandırır. Tevrat'taysa tanrı onları yarattığıma pişman oldum diyerek akıl almaz bir tufan göndermeye karar verir. Bu hikayelerde insanların meleklerle ilişkiye girebiliyor olması göksel varlıklarla ırsi bir benzerliğe sahip olduğumuzu gösterir.
Demek ki bu uzaylı tanrılar Cinsel ilişkiye girebileceğimiz kadar bize benziyorlarmış. Peki bu nasıl mümkün olabilir? Sanırım bunun cevabı dünyanın bütün mitolojilerinde benzer sözlerle çoktan verilmiştir.
İnsanlar Tanrı'ya benzer yaratılmıştır. Tevrat Tanrı'nın çoğul bir hitabet kullanarak''Hadi bize benzer insanı yaratalım''sözleriyle başlar. Kur'an dahi Allah'ın insanı kendi nurundan yarattığını söyler. Birçokları için bu ifadeler mecazen ele alınsa da bir dinler tarihçisi için olay son derece açıktır.
Bu metinler Tanrı'yı antropomorfize ederler. Zira Tanrı, insanları bizzat kendine benzer yaratarak insan biçimli bir yapıya sahip olduğunu itiraf etmektedir. Bu sadece insanın Tanrı gibi akıllı ve bilinçli bir varlık olduğunun alegorik bir ifadesi değildir. Çünkü mitolojilerin Tanrıları bizlerden çok daha önce evrimleşmeyi ve uygarlaşmayı başarmış olan uzaylı türünden başka bir şey değildir.
En azından Anunnaki hipotezi adıyla bildiğimiz bu görüşün temel dayanağı budur. Yunan mitolojisinde Zeus'un birçok defa farklı bedenlere girerek insan kadınlarını hamile bıraktığını görüyoruz. Mezopotamya mitolojilerinde de tanrılar çoğu zaman yarı tanrı olarak bildiğimiz önemli insanların özel yaratımı ile meşgul oluyorlar. Ve Gılgamış gibi, Enkidu gibi çağ kahramanlarını tasarlıyorlar. Mısır mitolojisi zaten Firavun'un bile tanrının özel bir reenkarnasyonu olduğunu iddia ediyor.
Ve Ra gibi, Set gibi başlıca tanrıların eskiden dünya kralları olarak hüküm sürdüğünü fakat insanlığın yeterli bir gelişmişlik seviyesine ulaşmasından sonra göğe çekildiklerini söylüyor. Görünen o ki hemen her mitoloji insanlığın en ilke levrelerinde onlara öğretmenlik eden yüce varlıklardan bahsediyor. Bazılarında bunlar Prometheus, bazılarında Hermes, bazılarında İdris yahut Enoch adıyla karşımıza çıkıyor.
Fakat insanlık yükseldikçe bu varlıkların bizi kendi ayaklarımız üzerinde durabilmemiz için terk ettiğini ve artık yalnızca gökten bizi izlemekle yetindiklerini söylemeye başlıyorlar. Böylece eski tanrılar ya yüce varlık kavramıyla gizli olan adını alıyorlar ya da gökten bizi izleyen ve her yerde her ne yapıyorsak yapalım bizi gördüğünü bildiğimiz bu ebeveynlere farklı öğretilerle tapmaya devam ediyoruz. Aradan binlerce yıl geçtikçe ve çeşitli savaşlar neticesinde inançlarımız da birbirine girdikçe Bütün dünyada, bütün dinlerde birkaç özel hikaye farklı versiyonlarla da olsa aktarılmaya devam ediyor. Adem ve Havva hikayesi bizim cennetten kovulup kendi başımıza bırakıldığımızı söylemiş, yani Tanrı'nın bizi terk ettiğini ve çok lazım olmadıkça ziyarete gelmediğini belirtmişti.
Ve hemen her mitolojide yasak meyve gibi, cennetteki yılan gibi figürlerle beraber Adem ve Havva inancını görmüşüz. İnsanlık çok geliştikten ya da yoldan saptıktan sonra büyük bir tufan yaşandığı, ve Tanrı'nın sadece seçilmişlerin yaşamasına izin verdiği o kıyamet senaryosuysa ya Nuh Tufanı adıyla, ya Atrahasis Destanı ile, ya Gılgamış ve Utana Piştim hikayesiyle ya da başka çeşitli isimlerle karşımıza çıkmaya devam etmiş. Bunun gibi birçok örnek sayılabilir. Çünkü hemen her mitoloji benzer temellere dayanmıştır.
Hemen her mitoloji gökten gelen tanrılara, devlere ve bunların geldiği yer olan yıldızlara işaret etmiştir. Yani uzaya. Sirius yıldızı bazen Sotis, Bazen Tiştirya, bazense Kur'an'da Şira adıyla yer bulmuştur. Ve antik çizim ve heykellerde bile gökten gelen varlıklara göndermeler yapılmıştır. Tanrıların kaynağı gökyüzü olduğu için güneşe, aya, diğer gezegenlere ve yıldızlara uzun bir süre tapınılmıştır.
Hatta bu yüzden dua ederken dahi ellerimizi gökyüzüne doğru açar, Tanrı'dan bahsettiğimizde gökyüzüne bakar ve kurtuluşu da gökyüzünden bekleriz. Melekler dahi kanatlı tasvir edilmişlerdir çünkü gökten gelmektedirler. Kurtuluşun gökten geldiği inancı antik çağlarda şehir ışıkları yokken gece göğünün son derece süslü ve büyüleyici görünmesinden de kaynaklanıyor olabilir ya da gerçekten de gökten gelen bazı varlıklara dair bir takım hikayeler zamanla abartılmış, kulaktan kulağa büyütülmüş ve popülerite kazanmış olabilir. Bunun kaynağını tam olarak bilemiyoruz. Ama kabul edersiniz ki kitab-ı mukaddes ayetlerinde dahi gökte uzay araçlarıyla gezen ve bizi teftiş eden bir takım varlıkların olduğunun söylenmesi Pek de yabana atılabilecek bir ayrıntı değil.
Ayrıca İslam öncesi bütün mitolojilerin de tanrıları dünyada gezen ve adeta anne babaymışçasına bizi kontrol eden bir forma büründürmüş olması basit bir tesadüf olmayabilir. Zira Lut kavmi hikayesinde Tevrat'a göre tanrı gökten üç adam şeklinde inmektedir. Bu üç adam İbrahim peygamberi ziyaret edip onu yeni bir evlatla müjdelerler ve İbrahim yerlere kapanıp bu adamlara biraz su ve yiyecek ikram etmek konusunda ısrarcı olur. İbrahim'in ısrarları üzerine adamlar dinlenip ihtiyaçlarını giderirler.
Yani Tanrı insanlar gibi beslenir ve Lut kavmi hakkında kulağıma gelen dedikodular çok feci. Gidip göreceğim, söylenen sapkınlıkları gerçekten yapmışlar mı anlayacağım diyerek her şeyi gören, her şeyi bilen ruhani bir formda olmadığını göstermiş olur. Hatta Tanrı tek bir kişi bile değildir. Tanrı sadece cinsine, ırkına bakıldığında insan olmadığını anladığınız üstün bir varlık topluluğudur.
Ve birçok yüzü vardır. Tanrı bir konsey ya da halktır. Teftiş etmesi, aldığı haberleri doğrulaması gereken bir müfettiştir.
Öyle ki Babil Kulesi'ni anlatan meşhur ayetlerde dahi durum şöyle aktarılır. Rab, insanların yaptığı kent ve kuleyi görmek için aşağıya indi. Gökyüzünden yeryüzüne inen Tanrı'nın Lut kavmini helak ediş şekli ise adeta atom bombasını andırmaktadır. Gözleri kör edecek kadar büyük bir parıltı, nereden geldiği belli olmayan anormal bir patlama ve bütün bir kentin bir gecede tuzla buz olması. Bunlar birçoğunuza nükleer silahları çağrıştırabilir.
Ayrıca Tanrı'nın istediğini öldürüp istediğini koruyabilme gücüne sahip olmaması da şaşırtıcı bir ayrıntıdır. Çünkü Lut kavmi helak edilmeden Eğer burada kalırsan sen de öleceksin. Hemen ailenle birlikte buradan kaç ve asla geriye dönüp bakma.''Sözleriyle Lut'u ikna etmek zorunda kalmıştır. Ve buna rağmen Lut'un karısı çok meraklı olduğundan, epey uzak bir konumda olmalarına rağmen dönüp arkasına baktığında taşa dönüşmüştür. Halbuki bizim anladığımız şekilde her şeye gücü yeten bir tanrı için böyle bir tehlike söz konusu değildir.
Tanrı istediğini korur, istediğini yok eder. Bununla birlikte Hezekiel kitabında''...'' Az önce işaret ettiğim üzere uzay dairelerine benzeyen cisimlerden bahsediliyor olması da dikkate değer bir konudur. Şöyle yazıyor.
Kuzeyden esen kasırganın göz alıcı bir ışıkla çevrelenmiş, ateş saçan büyük bir bulutla geldiğini gördüm. Ateşin ortası ışıldayan madeni andırıyordu. En ortasında insana benzer dört canlı yaratık duruyordu.
Her birinin dört yüzü, dört kanadı vardı. Bacakları dimdikti. Ayakları buzağı ayağına benziyor ve cilalı tunç gibi parlıyordu.
Dört yanlarında kanatların altında insan elleri vardı. Kanatları birbirine değerek dosdoğru ilerliyor, ilerlerken sağa sola dönmüyordu. Bu dört yüzlü yaratıklara bakarken her birinin yanında yere değen bir tekerlek gördüm.
Tekerleklerin görünüşü ve yapısı şöyleydi. Sarı yakut gibi parlıyorlardı ve dördü de birbirine benziyordu. Görünüşleri ve yapılışları iç içe girmiş bir tekerlek gibiydi.
Hareket edince yaratıkların baktıkları dört yönden birine doğru sağa sola sapmadan ilerliyordu. Tekerleklerin kenarı yüksek ve korkunçtu. Hepsi çepeçevre gözlerle doluydu.
Bu çepeçevre gözlerin kameralar yahut pencereler olduğunu düşünmek çok mu abartı olurdu acaba? Ya da tekerleklerin uzay dairesine benzediğini varsaymak? Ayetler şöyle devam ediyor.
Yaratıklar hareket edince kanatlarının çıkardığı sesi duydum. Gürül gürül akan suların çıaltısını, her şeye gücü yetenin sesini, bir ordunun gürültüsünü andırıyordu. Durunca kanatlarını indiriyorlardı.
Günümüzdeki uçaklar yahut helikopterler akla geldiğinde böyle devasa bir makinenin çıkaracağı motor sesi elbette insanlar için son derece korkutucu, son derece ürpertici bir savaş sesine benzeyecektir. Tekerleklere vurgu yapılması da bunun biyolojik bir varlık olmadığının, adeta bir alet kullanıldığının net bir göstergesi olacaktır. Zaten ayetlerin devamında yazanlar şüphe bırakmayacak niteliktedir. Kitab-ı Mukaddes, Hezekiel'in bu uzay aracına bindiğini ve ona bazı yasaların tebliğ edildiğini anlatıyor.
Bundan sonra insanlara herhangi bir felaket yollamayacağını, insanların kurallara uyması gerektiğini söyleyerek Hezekiyeli tekrar dünyaya bırakıyor. Bahit sandığı gibi dokunanı öldüren ve insanlık için son derece önemli, kim sahip olursa anormal bir güce ulaşacağı iddia edilen objeleri de aynı varlıklar hediye ediyorlar. Bahit sandığına dokunur dokunmaz ölecek olmanız bu sandığın elektrik yüklü bir cisim olduğu izlenimini uyandırıyor. Ayrıca sandığın tahtadan bir yatağa yatırılıp taşınması gerektiği fikri...
elektrik iletkenliğini önlemek için ayarlanmışa benziyor. Bununla beraber ayetlerde bu sandığa fısıldayarak Tanrı'ya mesajınızı iletebilecek olduğunuzun söylenmesi ve Tanrıların da size hiç görünmeden bu sandık aracılığıyla sizinle konuşabilecek olması fikri sandığın sanki bir telsiz yahut telefon gibi çalıştığını gösteriyor. Daha uzaklara gidip Ramayana destanına baktığınızda da Tanrıların Vimana adında uçan arabalarla yolculuk ettiğini görüyoruz ve hemen her mitolojide bu tip kutsal emanetlerden kullanan kişiye tanrısal bir kuvvet verecek olan ve onun tanrılarla irtibat kurmasını sağlayacak olan şeylerden bahsedildiğini biliyoruz.
Gök cisimlerine ve melez varlıklara dair anlatımlar İncil'de de tekrar ediyor. Vahiy kitabında aktarılan melek tasvirleri hiç de öyle elinde kılıç tutan, son derece güzel yüzlü, hermafrodit varlıklardan bahsetmiyor. Bilakis Hezekiel'in anlattığı gibi dört yüzü olan, her tarafı gözlerle çevrili, altı yüz kanada sahip ve bütün göğü kaplayan devasa makinelerden bahsediyorlar.
Bununla beraber söylendiğine göre insanlara kimin liderlik edeceğini, kimin peygamber ya da kral olarak tayin edileceğini belirleyenler de yine bu varlıklar. Ve bunlar metinlerin yazılış tarihinden çok daha önce yaşanmışlar. Yani kutsal metinler bu varlıklar dünyada gezerken değil, bunlar dünyayı terk ettikten sonra kitaplaştırılmışlar. Bu yüzden de Hezekiel'den ya da diğer peygamberlerden bahsediliyorken aslında M.Ö. 1000'li veya 2000'li yıllardan değil de belki de 5000'li, 10.000'li yıllardan bahsedildiğini varsaymamız daha doğru olabilir.
Ve peygamberlere dair gerçek tarihten bir kaynak, bir belge bulamıyor olmamız da bundan kaynaklanıyor olabilir. Çünkü aktarılan hikayeler bildiğimiz tarihten çok daha öncesinde yaşanmışlar. Buna dair de Antik Mısır'dan çok daha önce Meksiko gibi bölgelerde piramitlerin inşa edildiğini görmemiz ya da M.Ö. 10.000'lerde dahi Göbekli Tepe'de çok büyük tapınaklar inşa edildiğine rastlıyor olmamız, yine Graham Hancock'un Ancient Apocalypse belgeselinde bizim bildiğimizin dışında ana akım arkeologların kabul etmediği ama gerçekten de tartışmalı birçok tapınağa ve çok önceden yapılmış olan önemli bir takım tapın merkezlerine rastlıyor olmamız, Bu hipotezi güçlendiriyor. Ayrıca bugün komplo teorisi olarak değerlendirdiğimiz Atlantis ve Mu kıtası gibi hikayelere hem Polineziya adalarında, hem Afrika yerlilerinde, hem Amerikan mitolojilerinde, hem de Mezopotamya bölgelerinde rastlıyor olmamız biraz kafa karıştırıyor.
Bu demek oluyor ki bilinen tarih bilinenden çok daha eskiye dayanıyor olabilir. Bütün bunlar dışında Lamek yazıtlarında da akıl almaz bir olayla karşılaşıyoruz. Gerçi Tomarların bir bölümü bir takım cümle ve paragrafların okunmasını imkansızlaştıracak kadar bozulmuşlar. Ama okunabilenler bize şu hikayeyi veriyorlar.
Nuh'un babası Lamek, Tanrı tarafından insanları tufandan sonra yeniden düzenlemesi amacıyla Adem'den sonraki ikinci ata olma göreviyle görevlendirilmiştir. Ancak daha Nuh'un doğduğu gün bile birçok karışıklık meydana gelmiştir. Çünkü Nuh normal bir insana benzemiyordur. Bembeyaz tenli, bembeyaz tüylüdür. Ve Lamek...
Nuh'un tanrı oğullarından birisi olmasından korkar. Hatta direkt onlar gibi görünüyor diyerek korkusunu ifade eder. Buradan anladığımız kadarıyla melekler veya nefiller, bembeyaz tenli ve beyaz ya da çok açık sarı tüylü insanlardı. Birçok mitoloji ve efsanede de en üstün olanların hep ari özelliklerle betimleniyor olması muhtemelen bundan kaynaklanıyordu. Kimi masallarda bunlar elftir, kimilerinde peridir, kimilerinde ise melektir.
Ama her zaman bembeyazdırlar. Öyle ki Afrika ve Amerika mitolojilerinde bile yerliler siyahi yahut kızılderili olmalarına rağmen mitolojinin temelinde bulunan kurtarıcı her zaman beyazdır. Batıdan gelen beyaz tenli, sarı saçlı bir Mesih'in onlara öğretmenlik ettiği ve bir gün geri döneceği, o geri döndüğü zaman herkesin kurtuluşa ereceği fikri neredeyse bütün dünyaya yayılmıştır. Burada sorulması gereken soru şudur.
Neden? Neden uzaylı bir kavim dünyaya gelsin ve neden bizi köleleştirmek yahut Bu dünyanın değerli madenlerinden faydalanmak varken, binlerce yıl boyunca bizi evrimleştirmekle yahut eğitmekle uğraşsınlar. Ve neden bir süre sonra bizi terk etsinler? Bizden bir çıkar sağlamayacaklarsa neden böyle bir şeyle uğraşsınlar?
Biz bile başka gezegenlere ulaşmanın yollarını ararken ya çok değerli madenleri elde edebilmek amacıyla ya da ileride bir gün bu dünya yaşanılmaz hale gelirse yerleşebileceğimiz başka bir dünya bulalım diye bunları planlamaya başladık değil mi? Dolayısıyla başka bir gezegene ulaşsak ve oraya yerleşebilsek bile oranın alt kavimlerini evrimleştirmekle uğraşmaktansa bilakis kendimize köle eder yahut onları tümden yok ederdik. İşimizi garantiye almaya çalışırdık. Bir düşünsenize bambaşka bir gezegene gidiyorsunuz ve karşınızda bambaşka bir türle karşılaşıyorsunuz. Üstelik epey de ilkeller.
Yani savaşsanız sizi mahvedebilecek kadar kuvvetli değiller. Böyle bir durumda onları daha da kuvvetlendirmek, daha da yüksek bir teknolojiye taşımaktansa insanlığın çıkarını düşünmeye başlardınız. E o zaman neden bu bizden çok daha gelişmiş olan kavim bize hayrına sevabına yardımda bulunsun? Neden bizi belli bir noktaya taşıyıp da sonra kendi başımıza bıraksın?
Bu noktada spritüelistler çeşitli çıkarımlar yapmışlardır. Örneğin ezoterist yazarlar bu uzaylı kavimlerin aslında bizim kurbanlarımızla hayatta kaldıklarını, yani enerjiyle beslendiklerini söylemişlerdir. Bu tanrılar adına kesilen kurbanlar, onlar uğruna alınan canlar, onların ruhani enerji ihtiyaçlarını gidermektedir.
Bu yüzden de bütün dinlerde tanrılar kurban isterler. Hatta İran paganizminde Deva dediğimiz şeytani tanrılar bizzat insanların kurbanlarıyla beslenmektedirler. Bu açık bir şekilde ifade edilmektedir ve hatta yeterli kurban vermediğiniz takdirde yeryüzüne inip insanları yemeye başlarlar.
Ve yine bütün dinlerde yeterli kurbanı vermediğinizde, yeterince ibadet yapmadığınızda ettiğiniz dualara karşılık alma ihtimaliniz epey bir azalmaktadır. New Age spiritualistler de ettiğimiz bütün duaların din adına yapılan bütün savaşların ve bütün meditasyonların bu tanrılara hizmet ettiğini söylerler. İddiaya göre evren çeşitli boyutlardan oluşmaktadır ve insanlar 3. boyutta, galaktik konsey dedikleri ve bizim tanrı olarak değerlendirdiğimiz metafiziksel üst varlıklarsa 4. boyutta yaşamaktadırlar. Bu varlıklar her ne kadar bize öğretmenlik yapmış olsalar da bizim evcil hayvan statüsünden daha üst bir seviyeye çıkmamızı istemezler ve bu tanrılardan bazıları barışı desteklerken bazıları savaşı desteklerler.
Bu yüzden de bazı dinler tamamen meditasyon yapmaya, çakraları açmaya ve bu türden şeylere odaklanmışken en kuvvetli, en hakim olan dinler savaşmaya, kurban vermeye ve kelle kesmeye odaklanmışlardır. Çünkü onların ölümsüzleşme, gençleşme yahut güçlenme yöntemleri budur. Farklı türleri bilinçlendirip, tanrı rolüne bürünüp onlar sayesinde hayatta kalmak.
Naruto isimli animenin devamı olan Boruto'da bile bu hipotez tekrarlanmıştı. Uzaylı bir kavim olan Otsotsuküler, insanların çakralarını emerek ve gittikleri her gezegeni kolonize ederek yaşamaktadırlar. Hayatta kalma yöntemleri budur.
Fakat görüldüğü üzere bu kadar ayrıntıya indiğimizde... İş, dinler tarihini tartışmaktan ziyade Marvel evrenindeki süper kahramanları incelemeye dönüyor. Ve bu tür ayrıntılar, bilimsel herhangi bir destekle kuvvetlendirilmedikleri sürece, araştırmamızın ciddiyetini azaltmaktan ve bir komplo teorisi seviyesini düşürmekten başka bir işe yaramıyor. Yine söylemeliyim ki Mu ve Atlantis gibi efsanelerin de bilimsel açıdan gerçekliği tartışılmıyor bile.
Neredeyse hiçbir jeolog bu hipotezleri ciddiye almıyor. Ama dinler tarihine, ezoterizme, okültizme, mistisizme bu tür alanlara bakıldığında binlerce yıl önce son derece gelişmiş olan bazı kavimlerin yok olduğu ve bütün dinlerin de buradan geldiği tarzında hikayeler epey bir popülerler. Ve anlatımlar da son derece ortaklar. Örneğin tufana dair anlatımlarda gördüğümüz ortak fikir her zaman şuydu.
İnsanlar çok yoldan saparlar ve tufan kopar. İnsanlar çok gürültü çıkarırlar ve tanrılar rahatsız olur. İnsanlar kurban vermeyi bırakırlar.
ve tanrılar cezalandırır. İnsanlar büyücülükle meşgul olurlar, tanrılaşmaya başlarlar ve tanrı bundan rahatsız olur. İnsanlar tanrı inancından koparlar, hatta kendilerini ilahlaştırmaya başlarlar ve hadleri bildirilir.
Bu ister teknolojik, isterse de ruhani açıdan geliştikten sonra ağzımızın payının verilmesi fikri kutsal kitaplarda bile tekrarlanmıştır. Çünkü insanlar ve tanrılar arasında bir ayrım yapılmıştır ve insanların tanrılaşması yasaklanmıştır. Cennet bahçesinden kovulan Adem ve Havva, yasak meyveyi yiyerek tanrılaşmışlardır.
Ayette de söylendiği gibi, iyiyi ve kötüyü bilmiş, tanrı gibi olmuşlardır. Kovulma sebepleri budur. Kur'an, haydi göğü aşında gidin bakalım şeklinde bir meydan okuma yapar ve ezoteristler için bu, diğer gezegenlere yerleşebilecek kadar geliştiğimizde kıyametin kopacağı, yani tanrının buna müsaade etmeyeceği anlamına gelmektedir. Mu ve Atlantis hikayelerinde de insanların işte bu denli geliştiği, Başka gezegenlere yerleşebilecek kadar kuvvetlendiği ve bu yüzden de genel bir hasat yapıldığı yani haddimizin bildirildiği söylenmektedir.
Fakat dediğim üzere bu bilimden ziyade bilim kurgunun konusu haline gelmiştir. Ve olay yalnızca uzaylı varlıkların bizi evrimleştirmesi veya din yollamasından ibaret kalmamış, oyuk dünya teorisine, Antarktika ve çevresindeki gizli Agarta uygarlığına, insanlardan çok daha önce evrimleşmiş olan ve şekil değiştirerek insanları içten içe yöneten reptilyanlar teorisine ve daha birçok şeye varmaktadır. Böylece gerçekten de düşünmeye değer bir takım ipuçları hiç düşünmeden çöpe atacağımız hurafelere dönüşmüşlerdir.
Evet belki burada size antik yapılardaki astronot benzeri çizimleri gösterebilir yahut adeta laptoplara, uçaklara benzer antik kabartmaları örnek göstererek konuyu daha da çetrefilli hale getirebilirim. Antik astronot teorisini daha da inanmaya müsait bir forma sokabilirim. Fakat bu görsel ve çizimlerin çoğu ya photoshop'tur ya da içeriği son derece çarpıtılmış bir şekilde uydurma eklemelerle karşımıza çıkmaktadır.
Bu yüzden de internette dolaşan her iddiaya yer vererek videonun kalitesini düşürmek istemiyorum ve şahsi fikrimi sorarsanız ben bu teoriye inanmıyorum. Yine de dinleri araştırırken farklı açılardan bakmayı öğrenmekte fayda görüyorum. Bu yüzden de bu video sizin için en azından bir başlangıç noktası olabildiyse ne mutlu bana.
Şimdilik bu kadar. Ben Diamond. Diğer videolarda görüşmek üzere.