MÜZİK MÜZİK Hz. Muhammed zamanına yakın günlerdi. Oğuzlar arasında Korkut Ataderler bir er var idi.
Korkut ne derse olur, Göklü Tanrı pek çok şeyi onun gönlüne ilham ederdi. Hak Teâlâ nasip etti. Dede Korkut boy boyladı, soy soyladı.
Sözü gönüllere girdi ve sonunda anlattıkları çağları aştı. Dede Korkut'un diliyle Türk, töresine bağlı kaldığı sürece ak bozatları tökezlemedi. Vuruşurken kara pusatı körelmedi. Kadir Tanrı onları namerde muhtaç eylemedi.
Kadim Türkler için töreyi korumak sanıldığı kadar kolay değildi elbette. Türklerin bilinen ilk kağanı Mete, bu ünvanını töreye olan bağlılığıyla kazanmıştı. Teoman, oğlu Mete'yi tahttan uzaklaştırmak istiyordu. Onu bir hileyle komşusu Yüeçilere rehin verdi. Ardından yüveçiler üzerine sefere çıktı.
Böylece Mete'den kurtulacaktı. Durumu haber alan Mete, suikastten kurtuldu. Güçlenerek yurduna döndü.
Ancak babasının töreyi çiğnemesini asla affetmedi. Ve bir av esnasında Teoman'ı ortadan kaldırdı. Töreyi korumak için göze aldıkları, milleti tarafından takdirle karşılandı. Peki ama Teoman'ı tahtından eden, Mete'yi ise Büyük Kağan yapan töre tam olarak neydi? Töre aslında bir toplumun yazılmamış ama diyelim doğal bir biçimde uyduğu Yasaların toplusuna verilen bir addır.
Buna Moğolca metinlerde yasa derler, özellikle Çengiz Han döneminde. Özellikle yabancı kaynakların Türklerle ilgili açıklamalarında, örneğin Bizans kaynakları, Akunlarla ilgili belirtiyorlar. Bunlar çok ilginç bir topluluk.
Neden? Çünkü bunların töreleri vardır ve töreye sahip olan toplumlarla baş etmek son derece zordur. Adaletin, Müslümanlığın kabulünden önceki şekli...
Töre olarak karşımıza çıkıyor. Töre bir yoldur. Yol yordam, gidilecek istikamet. Burada, burada hep gözetilen... Hakkaniyettir.
Töre Türklerin anayasasıdır. Değişmez prensiplerdir. Boşgalların derinliklerinde, M.Ö. 3000'lere kadar götürebildiğimiz şimdiki tarih veriler ışığında, geleneklerin kurallara dönüşmesi sonucu töre ortaya çıkar. Töre her dönemde önemlidir.
Töre, Türkler için devlet ve topluma dair iki yönlü bir işlev üstlenir. Bir yandan Türk devlet felsefesinin ana eksenini teşkil ederken, Öte yandan toplumun düzen ve adalet içerisinde yaşayabilmesi için geliştirdiği temel kuralların esasını oluşturur. Töre, dünyevi bir düzenlemedir. Töre yapılacağı zaman dikkat edilmesi gereken, onun akla uygun olması, adil olması, faydalı olması ve genel geçer olmasıdır.
Töre kime hangi erdemi yakıştırmışsa, belirlemişse, esas olan odur. Onun için nasıl ki kutu erdem belirliyor, Erdem'i de töre belirlemektedir. Töreyi de ancak kut kazanmış olan bir kağan yapabilmektedir. Elbette beylerin görüşlerini alırdı, elbette halktaki eğilimleri dikkate alırdı. Fakat töre yapmak önemli bir şeydi bizde.
Ve Türk tarihine baktığımız zaman bunların törelerin yapıcısı olan kağanların adlarıyla birlikte anıldığını görürüz. Yani Mete'den itibaren bunu Oğuz töresi olarak da görebiliriz. Cengiz yasası olarak görürüz. Tüzükat-ı Timur olarak görürüz.
Fatih Kanunnamesi olarak görürüz. Kadim Türkler için töre, ay gibi parlak, güneş kadar sıcaktır. Bu sebeple hiçbir zaman ortadan kaybolmadığına inanılır. Töre nereye giderse gitsin, kendi düzenini de beraberinde götürür.
İşte tam da bu nedenle, ünlü Türk bilgini Kaşgarlı Mahmud'un ifadesiyle, il gider, töre kalır. Kim bilir, belki de törenin gizemi, bu atalar sözünde saklıdır. İl bahsinde dile getirdiğimiz bir... Çok anlamlılık vardı, burada da kendini gösteriyor. Yani devlet olmadan bir töreden söz edebilmemiz mümkün değildir.
Gerçi tarihsel pratikte biz hiç devletsiz kalmayan bir millet olduğumuz için bunu tanıklandırmak da zor. Ama açıkçası törenin arkasındaki güç devlettir, onun uygulanmasını sağlayan güç. Kaşgarlı'nın naklettiği atasözünde de ilden kasıt memlekettir, ülkedir. Yani toprak kaybedilebilir fakat töre kaybedilemez. demek istemektedir.
Henüz kağıdın, mürekkebin ve kalemin pek de yaygın olmadığı çağlarda, Türk töresi sözle aktarılırdı gelecek nesillere. Bu aktarım bazen bir masal, bazense bir destan eliyle oldu. Dede Korkut derler, bir ulu ozan vardı Oğuzlar arasında.
Sözüne itibar edilirdi. Zira Dede Korkut daima hikmetli sözler eder, kopuzuyla töreyi anlatırdı dinleyenlere. Şaman, Evliya, Ozan ve Anlatı, hatta sözlü kültür üzerine konuşacaksak eğer, karşımıza bir isim çıkar ki onu anmak son derece elzem, son derece önemlidir.
Sır derya bölgesinde, Azerbaycan'da, Türkmenistan sahasında görülen bu kişi Anadolu'da İrem Melikov gibi çok değerli bir Türk konuğunun tanımıyla Dede Korkut olur. Tek bir şahıs olmasına rağmen farklı zaman katmanlaşmaları arasında gidip gelen bir figürdür. İslam öncesi ve İslam sonrası zaviyeden anlatılarıyla.
çok farklı perspektiflerden bize seslenir. Dede Korkut Destanları her şeyden önce dönemin toplumsal yaşantısına ışık tutar. Destanlarda kadim Türklerin göçebe bozkır medeniyetinin temel unsurları görülür her an. Kimi zaman bir at, kimi zamansa bir kurt çıkar dinleyenlerin karşısına. Hikayeler...
Çoğu kez Anadolu'nun doğusunda ve Azerbaycan'da geçer. Fakat bu anlatıların içine ya doğrudan ya da dolaylı bir biçimde Türkistan'ın coğrafi izleri sinmiştir aslında. Herhangi bir tarih kaydımız bizim yok, hiç yok, yazılmamış. Yaşadığımız olayların ribayi olarak günümüze gelen kısmı bu Dede Korkut hikayeleri. Bizim aile yapımızı, bizim dostla, düşmanla mücadelemizi, atalarımızın nasıl yaşadığını, nereye önem verdiğini, neye önem vermediğini ancak buradan okuyup öğrenebiliyoruz.
Bu açıdan son derece önemli. Dede Korkut destanları ihtişamlı üslubuyla yarı manzum, yarı nesir bir eser olarak çıkar karşımıza. Türkçenin emsalsiz örneklerini bağrında barındırıyor olmasıysa onun dikkat çeken bir başka yönünü oluşturur. Oğuz Kağan Destanı bir destanken, Dede Korkut hikayeleri her şeydir. Onun içerisinde yeme, içme, oturma, kalkma, evlenme, ölüm, kıskançlık, ceza, ahlaksızlık, yalancılık, her şey var.
Ve biz bu her şeyle... Türk kültürüne ait, Oğuzlara ait o kadar çok şey öğreniyoruz ki, öğrendikçe daha derinlere dalıyoruz. Daha derinleri, daha derinleri.
Her okunduğunda yeniden keşfedilen bir eser, bir klasiktir. Klasiktir, o klasik hiç değişmez. Oğuzlarla ilgili biz bugün, aslında sadece Oğuzlarla değil, insanlıkla ilgili her şeyi de bulabilmekteyiz orada.
Dede Korkut destanları hiç şüphesiz bir anlatı olmanın çok ötesinde anlamlar taşır. Destanların hemen öncesinde yer alan mukaddime kısmı ise, Oğuz töresine ilişkin ipuçlarını barındırır içerisinde. Mukaddimede yer alan her söz, mutlaka bir destanda, tecrübe edilmiş bir hikmette bulur yerini. İlk kısım tamamen atasözleri üzerine kurulu.
Adam muaşeretten tutun ekonomik kuralları. Ya da ne bileyim işte dayanışmadan tutun savaşmayla ilgili ya da kadının sosyal rolü nedir, iyi kadın hangi özelliklere sahip olmalıdır. Oradan tutun da çocuğun görevlerine kadar hepsini orada o zihniyet yapısını görebiliyoruz.
Ve bunları aşılayan temel eserler bunlar. O mukaddemenin sonunda dört türlü kadından söz edilir. İşte kadınlar solduran sop, işte bayağı kadınlar, en iyi kadınlar şeklinde. Mizahi bir yönde vurgulanır.
Aslında bu işte kadınlar niçin orada yer ediliyor? Bana göre önem verildiği için. İdeal kadın tipi orada ortaya konmaya çalışılır.
İdeal erkek tipi, ideal çocuk tipi, ailenin düzeni nasıl olmalı? Bütün bunlar bu töre çerçevesi mukaddimede dizilmiştir. Dede Korkut destanlarında her bir karakter aslında bir mesajın taşıyıcısıdır.
Destanlarda yer alan başlıca karakterlerden Bayındır Han'da otorite, Salur Kazan'da alplik ve yiğitlik, Boğaç Han'da olgunlaşma mesajlarının verildiği görülür. Fakat destanlarda her zaman baş karakterler değil, bazen önemsiz gibi görülen yan karakterler de Mühim bir mesajın taşıyıcılığını üstlenebilir. Dede Korkut hikayelerinin çok enteresan bir yanı daha var.
Hep kahramanlar ön plandadır. Hayır, bir hikayede kazandan daha ön plana çıkan bir çobandır. Yani bu, dünya literatüründe belki de...
İlk defa böyle bir şey vardır. Bir çoban öne çıkıyor. Derinlik aranmak isteniyorsa her şey vardır. Şimdi eğer biz sürekli güçlüyü esas alırsak, o zaman zayıfların bu ahlak sisteminde yeri olmaz.
Şimdi Peygamber Efendimiz bize bir şey öğretiyor. Diyor ki mesela herkes çobandır ve herkes güttüğünden sorumludur. O zaman herkesin erdemle, ahlakla, cesaretle, boğayı yenmekle bir ilişkisi olması lazım. Yani herkesin yeneceği bir boğa vardır.
Küçük ya da büyük bir boğa vardır. Şimdi bir toplumun eğer değer yargısı bu ise, yani bir toplumda biz kuvvetlilerin değer teşkil ettiğini, ahlaklı olduğunu, diğerlerin ise sadece onlara öykülmesi gerektiğini düşünürsek o toplum toplum olamaz, millet olamaz. Öyle bir paradigma, öyle bir çerçevemiz olması lazım ki en zayıfımız dahi boğayı yenebilmeli.
Dede Korkut'un anlatılarında entrikalarla da karşılaşırız. Entrika dediğimiz zaman bir tertip ya da kahramanı bozmaya yönelik. alan olarak bundan söz etmek mümkün.
Bunlar çoğunlukla cadı karı veya üvey anne marifetiyle ortaya konulan ve kahramanın öldürülmesine yönelik entrikalar olarak karşımıza çıkar. Zehirli gömlek ya da yemeğine zehir konup onun öldürülmeye çalışılması gibi. Bu kısımda bize kahramanın yardımcıları için yol açıcı bir fonksiyon icra eder.
Kahramana destek olan bu atı olabilir, yanında yakınında bulunan yardımcılar olabilir. onların devreye girmesi, kahramana yardım etmeleri ve bu entrikanın tertibinin bozulması için işlev görürler. Dede Korkut destanlarında Oğuz'un düşmanı çoğu kez kara kafir olarak görülür. Bununla birlikte Alplerin mücadele etmesi gereken bir başka unsur olarak da uyku motifi vurgulanır. Uşuğun koca oğlu Segrek destanı bu vurgunun ilgi çekici örnekleri arasında yer alır.
Uşuğun koca oğlu Egrek derler bir yiğit vardı. Bahadır Han'ın divanına çat kapı girer, beyleri geçip beylerbeyi kazanın önüne otururdu. Bir gün Egrek aynı hal üzere divana girince Ters uzamış adlı yiğit celallendi. Bre Uğuş'un kocanın oğlu, sen baş mı aldın, aç mı doyurdun, çıplak mı giydirdin ki divanda kılıç hakkıyla oturan beylerin önüne geçersin, dedi. Bu sözler Egrek'in ağırına gitti.
Kazandan destur alıp akın diledi. Egrek yanına üç yüz atlı yiğidi alıp Gökçedeniz'e akın etti. Ganimet topladı. Lakin Alınca Kalesi'nde uykuya dalınca, Kara Tekfur baskın verdi. Yiğitleri kılıçtan geçirip, Egreg'i uykusunda esir etti.
Dede Korkut, uyku Oğuz'un düşmanıdır diyor. Aslında biz buradaki uykuyu, normal bildiğimiz uykuya yatmak olarak değil, gaflet, aymazlık, bilmezlik, ferasetsizlik olarak da algılayabiliriz. Dolayısıyla, Dede Korkut destanlarında ekseriyetle kahramanların esir düşmesinin sebebi uyku dediğimiz.
Hem bilinen uyku hem de mecaz anlamda gafletten dolayı oluyor. Esaretin bu kadar kuvvetli işleniyor olması aslında Türklerin özgürlüğüne, hürriyetine olan düşkünlüğüyle beraber okunabilir. Ama esaret bize anlatılarda mahkumiyeti, hep esir kaldıklarını... Sonuç olarak gösteren anlatılar şeklinde gelmez.
Esaret, kahramanın kahramanlık niteliklerini göstermesi için bir fırsat ve bir işlev yolu açmış olur. Hem de dayanışmayı gösterir. Esaret, Oğuz soyu için kabul edilecek bir durum değildi.
Uşun kocanın, Segrek adında küçük bir oğlu daha vardı. Oğlan büyüdü, tez zamanda bir yiğit oldu. Ağabeyinin esir olduğunu öğrenince, evlendiği gece murat almadan sefere çıktı. Kardeşin bütün engelemelere rağmen, bütün vazgeçirme çabalarına rağmen gidip ağabeyini kurtarmak istemesi aslında bireysel bir tutum değildir tek başına. O toplumun geleceği adına önemlidir.
Kardeş bir parça, kendini bütünleyebilmesi lazım. Kendisini bütünleştiremezse hayatı devam ettiremez. Ve sürekli başına kalkılacaktır. Her durumda.
Delikanlının, yiğitliğin gereği budur. Eğer hayattaysa mutlaka onu kurtarmakla yükümlüdür. Pusatlanıp yola düşen Segrek, kafirle cenge tutuştu. Segrek'in ağabeyini kurtarmaya geldiğini duyan tekfur, 60 adamını onun üzerine sürdü.
Segrek de tıpkı ağabeyi gibi uykuya dalmıştı. Fakat at kişnemelerinden düşmanın geldiğini anlayan yiğidin atı onu uyandırdı. Segrek sıçrayıp atına bindi.
Salavat getirip kafirleri kovaladı. Tekfur bu kez yüz adamını gönderdi Segrek'in üzerine. At yine zamanında uyandırdı. Segrek onları da kaleye kadar kovaladı. At burada kurtarıcıdır, uyarıcıdır, koruyucudur.
At yoksa er de yoktur. Atsız bir eri dü şünmek mümkün değildir. At sadece binit değildir. At akıl verendir, uyarandır.
Tehlikelerden önceden haberdar edendir. Esaret motifiyle beraber düşündüğümüzde kahraman, yanındaki yiğitler ve bütün atlar esir olurlarken zindandan veya kaldığı kaleden, tutsak olduğu yerden kahramanı kurtarıp memleketine ulaştıracak ve oradan yardım getirebilecek olan vasıtanın yine at olduğunu görüyoruz. Atlar savaşta, barışta sürekli kahramanın yanındadırlar.
At, Türk'ün kanadıdır. Bu da ata ilişkin atalarımızın söylediklerini bizim kavramımızı kolaylaştırıcı bir açıklamadır. Hakikaten dediğimiz gibi Türk Devleti atlarının ayaklarından çiğnediği topraklarda kurulmuştur. Ve bunda atın en az kendileri kadar payı vardır. Kuşkusuz kadim çağlarda at, Türk'ün bineği değil, yoldaşı olarak bilinirdi.
Tıpkı her seferinde Uşun Kocaoğlu Segreki uykusundan uyandıran yoldaşı gibi. Tekfur, yüz adamının da kaleye sığındığını görünce bir hileye başvurdu. Zindanda tuttuğu Egreki çağırttı. Ona, çoluk çocuğa bir eşkıyanın musallat olduğunu ve bu eşkıyayı öldürürse özgür kalacağını vaat etti.
Egrek, eşkıya bildiği kardeşinin yanına vardığında, Segrek yine uykudaydı. Egrek etrafında dolandı, yiğidin yanı başında bir kopuz olduğunu gördü. Kopuzu alıp teline vurdu. Gafil olma, güzel başını kaldır yiğit.
Segrek sıçrayıp ileri çıktı. Bre kafir! Dedem Korkut kopuzunun hürmetine sana vurmadım. Abiyi Egreg kendini tanıttı.
Önce kucaklaşıp, sonra üç yüz kafiri kırdılar. Ve Dede Korkut gelip, boy boyladı, soy soyladı. Bu öyküler, bu hikayeler aslında toplumsal hayattan alınmış, toplumun, bireylerin yaşadıkları olaylardır aslında. Bu yaygındır. Yani Orta Asya destanlarında da sık sık karşımıza çıkan, dede korkutunun ana temalarından, ana konularından birisidir işte.
Egrek ve segrek hikayesi bu açıdan son derece önemlidir. Türk destanlarındaki kahraman, din, millet ve vatan uğruna savaşır. Bireysel bir mücadeleye girişmez. Ailesini, yaşantısını ve çevresini de bu mefkûre etrafında şekillendirir.
Bunu Dede Korkut destanlarında açıkça görmek mümkün. Aslında Bahadır bir yiğit olan Kanturalı'nın destanı tam da böyle bir arayışın izdüşümü. Ancak onun arzusuna ulaşmak için oldukça zorlu bir sınavdan geçmesi gerekiyordu.
Zira Kanturalı, evlenmek için baş alıp kafir üzerine yürüyecek yiğit bir hatun arıyordu. Peki ama Kanturalı böyle bir hatunu nereden bulacaktı? Kanturalı destanında, Kanturalı'nın Trabzon tekfurunun kızı Selcan'ı almak istemesinin altında, aslında bizim Türk destanlarındaki kadın arketipi yatmaktadır.
Mesela Kanturalı babasına diyor ki bana cici bici Türkmen kızı al. Fakat nasıl bir kız istediğini de söylüyor. Savaşçı olmalı, şöyle olmalı, böyle olmalı.
Anlatıyor bütün o kadın arketip özelliklerini. Fakat Türkmen için de bulamıyor babası. Bir tek Trabzon tekfurunun kızı böyleymiş.
Ve bunu alması için de belli sınavlardan geçmesi gerekmiş. Dede Korkut destanlarında kahramanın... Zorlu düşmanlarla mücadele edebilmesi için güçlü bir iradeye sahip olması gerektiği mesajı verilir. Kanturalı'nın destanı da böyle bir sınavın hikayesidir esasında. Zira Kanturalı, Selcan'ı alabilmek için önce azgın bir boğayı, ardından da canavarların sultanı Aslan'ı ve onun yaveri olan Deve'yi yenmek zorundaydı.
Öyle de oldu ve sonunda Kanturalı Selcan Hatun'u alarak bir yuva kurdu. Burada değer yargısı şudur, birey güçlü olan adam, yani düşmanın karşısında dik duran adam her şeyden önemli, para pul filandan daha önemlisi. Çünkü niye?
Düşman geldiğinde eğer düşmanın karşısında duracak bir yiğitiniz ya da yiğitler topluluğunuz yoksa o zaman siz orada ayakta duramazsınız. Dolayısıyla böyle bir teşvik de var. Kanturalı Destanı'nda, kadim Türklerin sosyal yaşantılarına dair başka ipuçlarına da rastlanır aslında.
Destan, bir yönüyle de Türklerin aile mefhumuna ışık tutar. Destan, Kanturalı'nın babası Kanlı Koca'nın, yurt tutma ve soyunu devam ettirme kaygısıyla başlar. Oğlunun da bir aile kurmasını arzu eden Kanlı Koca, Kanturalı'ya eş bulmak için tek tek Oğuz illerini gezmeyi göze alırken, Kanturalı, aile kurabilmek için üç zorlu sınavdan geçer.
Bu yönüyle Kanturalı destanında aile, uğruna büyük fedakarlıklar yapılması gereken kutsal bir müessese olarak çıkar karşımıza. Dede Korkut destanlarında, ana hatlarıyla zaman ve çok geniş anlatımla mekan tasvir edildikten sonra, anne, baba ve aile takdim edilir genellikle. Ve daha da önemlisi, destanlarda aileye bütün fertleriyle birlikte kıymet atfedilir. Bu yönüyle Türk destanlarının aileye yaptığı özel vurgu, dikkat çekici konular arasında yer alır.
Ailenin kurulması, devam etmesi, aile fertlerinin her bakımdan sağlıklı ve güçlü olması, güçlü kalması Dede Korkut anlatılarının temel dayanaklarından ya da temel kurgu özelliklerinden birisidir diye bakmak mümkün. Aile yapısı tamamen ortadan kalkan topluluklar Türk yöken topluluklar için söylüyorum, yok olmuşlardır ya da asimile olmuşlardır diyebiliriz açık bir şekilde. Çin'e giden bütün Türk boyları bunun içerisine sayılabilir. Bunlar zaman içerisinde Çinleşler, Çinli aileler haline dönüştüler. Ya da yok oldular, Bilge Kağan'ın dediği gibi, kemikleri dağlar gibi yığıldı, kızları da Çin sarayında cariye oldu şeklinde değerlendirilebilir.
En iyi örnekler budur. Hiç şüphesiz, Kadim Türk töresinde aile müessesesinin önemi ve soyun devamlılığı önemli konular arasında yer alır. Özelde aile, genelde ise devlet ve onun devamlılığı ocak kavramıyla sembolize edilir.
İstiklal Marşı'nda gördüğümüz, karşımıza çıkan... Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak, sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak, tabirindeki ocak bağını, biz Dede Korkut'la, Dede Korkut mukaddimesinde özellikle gördüğümüz işte baba ocağı anlatımlarıyla beraber düşünebiliriz. Bu ocağın hiç sönmeyecek olması, İstiklal Marşı'nda da aslında baktığımızda bir şarta bağlıdır.
Eğer yurdumun üstünde tüten en son ocak, Sönerse kork anlamına gelir. İşte ondan dolayı bu ocağı ve sancak da orada çok önemli bir unsurdur. Kahraman ordumuza ithaf edilmiş bir şiirdi İstiklal Marşı'da Akif'in.
Böyle düşündüğümüzde sancak-ocak bağı hem aile birliğini, ailenin neslinin birbirine bağlı olarak devam edişini, onunla bağlantılı olarak da devlet devamını da gösteren önemli bir unsurdur diyebiliriz. Devleti payidar kılmak için başveren yiğitler, milletin intizamı için adaleti koruyan beyler ve sonunda onları birleştiren bir olgu. Türkleri, tarih boyunca adaletin kurucusu ve barışın koruyucusu yapan kadim kavram, Türk töresi.
Töreyi bugüne ulaştıran eşsiz kaynaksa, destanlar ve hikayeler. Onlar, bazen kopuz çalan bir ozanın diliyle, bazansa ak pürçekli bir annenin anlattığı hikayeyle dokundular bugüne. Bu, Kadim Türklerin değişmeyen gerçeği.
İl, Töre ve Devlet.