Bitlo Kripto Para Platformu sunar. Merhaba. Cümleten sağlıklı bir pazartesi.
Sadece sevincimizi değil, acılarımızı da daima hatırlayacağımız, her zamankinden daha coşkulu kutlayacağımız, değerlerine her zamankinden daha fazla sarılacağımız bir Cumhuriyet Bayramı haftası dilerim. Bugün 28 Ekim. Mustafa Kemal'in, efendiler yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz dediği günün yıl dönümü bugün. Yarın 101. kez Cumhuriyet ilan edeceğiz.
Ama önce, Cumhuriyet bayramımıza gelmeden önce, şu yeni anayasa, yeni açılım ve Abdullah Öcalan'ın serbest bırakılmasıyla ilgili olarak bir iki küçük not atılatmak istedim. Bugünlerde en moda konu bu biliyorsunuz. Öcalan bugün mü çıkacak, yarın mı serbest bırakılacak falan. Önce bunları hatırlayalım. Bu işler niye böyle yaşanıyor?
Bu işi kimler organize ediyor? Tespihin tanelerini birbirine bağlayalım ki yarın Cumhuriyetimize niye her zamankinden daha fazla sahip çıkmamız gerekiyor? Onu bir kez daha idrak edebilelim.
Size başıma gelen bir hadiseyi anlatacağım. İlk bakışta benimle ilgiliymiş gibi görünüyor ama aslında sizinle, hepimizle ilgili, Türkiye ile ilgili. Abdullah Öcalan'ın serbest bırakılmasıyla ilgili. Hani diyor ya aslında kimler kimlerle beraber diyor.
Evet kimler kimlerle beraber. 2010 yılıydı. Sayın hükümetimiz bu PKK ile masaya oturmuştu.
İmralı ile Kandil ile falan pazarlık ediyorlardı. Açılım dönemiydi yani. İlk açılım dönemi. Van'da Arbede çıktı Van. CHP Genel Başkanı henüz Deniz Baykal'dı.
Galiba İl Kongresi vardı Van'da, Van'a gelmişti. Deniz Baykal'ı taşıyan CHP otobüsü yani CHP Genel Başkanını taşıyan CHP otobüsü taşlandı. Sağdan soldan böyle çapraz ateşe alır gibi taşladılar. T. İsmet'in önünden beri ilk kez bir CHP Genel Başkanı taşlanıyordu.
Hemen bir hafta sonra bu defa Samsun'da ARB'de çıktı. Ahmet Türge yumruk atıldı. Burnu kırıldı.
Bir dava vardı, o dava işte Samsun'da görülüyordu. Ahmet Türk de izleyici olarak oraya gitmişti. DTP eski genel başkanı olarak.
Orada Ahmet Türk'e yumruk atıldı, burnu kırıldı. Yani açılım denilen saçmalık toplumsal kutuplaşma işte bu hale getirmişti. Bir partinin genel başkanını taşlıyorlardı, bir başka partinin genel başkanına yumruk atılıyordu.
Ben de o dönem Hürriyet gazetesindeyim, Hürriyet gazetesinde yazıyorum. Aydın Doğan'ın o zamanları Rüyet Gazetesi. Türkiye'nin en çok okunan yazarıyım.
Açılım saçmalığına dair böyle karşı yazılar yazıyorum. Nedir bu yani onu öğrenmeye çalışıyorum yazılarını. Deniz Baykal'ın taşlanmasından sonra hemen sonra Ahmet Türke yumruklu saldırı olunca yani iki partinin genel başkanına taşlama ve yumruklama olunca oturdum. Yumruk başlıklı bir yazı yazdım. Başbakan Aslı'nın liderimizdi.
CHP Genel Başkanı'nı aramamıştı, Ahmet Türk'e telefon edip geçmiş olsun demişti. Ben de dedim ki yazımda, yani yumruk kesinlikle şiddet olayı. Çok doğru.
Peki taşlanmak şiddete girmiyor mu? Bunu sordum. Hukuku guguk haline getirirsen, ona göre başka, buna göre başka işletirsen olacağı işte bu dedim.
Açılım saçmalığıyla terörün meşru hale getirildiğini. Kaleşnikov'un işte mayın patlamasının falan adeta demokratik hak olarak kabul edildiğini, bunun karşılığında da toplumda çok büyük bir öfke biriktiğini anladı. Teröristi meşru hale getiren açılım saçmalığı sadece o tarafta değil öbür tarafta da eşkiyayı kahraman yapmaya başladı.
Kelimeler böyle. Ahmet Türke yumruk atan kişinin eşkiye aldığını söyledi. Kahraman olmak için kendisini güya adaletin topmağı yerine koyduğunu anlattım.
Hatta hemen bir gün sonra yazdıklarımın aslında ne kadar doğru olduğunu teyit eden bir gelişme oldu. Selahattin Demirtaş birkaç ay önce BDP Genel Başkanı seçilmişti. DTP kapatılmıştı, BDP kurulmuştu. Selahattin Demirtaş da BDP Genel Başkanı seçilmişti. Bu konuyla ilgili olarak neredeyse kelimesi kelimesine benimle aynı şeyleri söyledi.
Toplumun açılımla birlikte iyice kutuplaştığını söyledi. Açılımla birlikte Kürtlerin kendisini daha fazla öteki, Türklerin de kendisini daha fazla tehlikede hissettiğini söyledi. Selahattin Demirtaş söyledi.
Artık iki tarafta da öfkeli insanlar var, öfkeli bir gençlik var dedi. Şak, Diyarbakır'da ve Adana'da 50 civarında böyle bir grup avukat benim hakkımda ortak suçlu üstünde bulunur. Derhal tutuklanmamı talep ettiler.
Ne teksip istiyorlardı ne maddi tazminat. Direkt olarak tutuklanmamı ve hemen hapse tıkılmamı talep ettiler. Çok enteresan bir şey.
Selahattin Demirtaş'ın sözlerini alkışlamışlardı çok doğru diye. Aynı şeyleri söylediğim halde benim yazımın suç olduğunu söylemişler. Ne suç işlemişiz kardeşim?
Suçluyu övdüğümü iddia ediyorlar. Nefret suçu işlediğimi iddia ediyorlar. Halkı kim ve düşmanlığa tahrik ettiğimi iddia ediyorlar. Ya yumruk atana eşkıya demişim.
Hukuku guguk yaptığınız için bu tür eşkıyalar türüyor demişim. Hala... suçluyu övdüğümü iddia ediyorlar.
Ehaliyle tabii ben de merak ettim yani. Bu suç duyurusunda bulunan kim acaba diye merak ettim yani. Araştırdım, sordum, soruşturdum.
Diyarbakır Barozu eski başkanı. Evet. Benim hakkımda suç duyurusunda bulunulmasını Diyarbakır Barozu eski başkanı organize etmişti.
Nereden biliyoruz? Çünkü suç duyurusundan sonra hemen benim aleyhimde basın açıklıyor. açıklaması düzenlemişti. Bizzat o basın açıklaması yapmıştı. Diyarbakır Barosu sıfatını ve Diyarbakır Barosu'na bağlı bazı avukatları işte bana karşı adeta hukuk silahı gibi kullanıyordu.
Televizyonlara, gazetelere filan röportajlar veriyordu. Ya yazmadığım şeyleri yazmışım gibi anlatıyor. Neredeyse 24 saat böyle derhal tutuklanmam gerektiğini falan anlatıyor. Allah Allah ya kim bu falan?
Kimdi bu Diyarbakır Barosu eski başkanı? PKK avukatıydı. 2009 yılında hatırlarsınız açılım sırasında işte gene 34 kişilik PKK'lı terörist bir grup Kandil'den üniformalı ile gelmişlerdi.
Kuzey Irak'tan Kandil'den üniformalı ile gelmişlerdi. Yani bir tek ellerinde kaleşlik ofları yok daha. Üniforma aynı PKK. Habur'dan yürüyerek Türkiye'ye girmişlerdi. Açılım şeyi bu.
Açılım buydu yani. Önce Habur'u açmışlardı. Havai fişeklerle karşılanmışlardı.
Otobüsün üstüne çıkarak böyle Diyarbakır'da şehir turu falan atmışlardı. Ama çok kısa süre sonra hava döndü. İşte açılım ters tepince bunların bazıları tutuklanmıştı. İşte o tutuklanan PKK'lıların avukatı, bu Diyarbakır Barosu eski başkanıydı. PKK'lıların resmi avukatıydı, gönüllü avukatıydı.
Elbette PKK'lı da olsa herkesin hukuk önünde savunma hakkı vardı şüphesiz ama... Eğer gönüllü olarak yani bölücü silahlı örgütün gönüllü olarak avukatlığını yapıyorsan dünya görüşünün ne olduğu, vatana, millete, cumhuriyete nasıl baktığın belli ki zaten böyleydi. Bu Diyarbakır Barosu eski başkanının PKK ile ve PKK'nın siyasi kanadıyla paralel görüşleri var.
Açık açık mesela Kürtçenin resmi dili olmasını istiyor. Kürtçenin okullarda eğitim dili olmasını istiyor. Tıpkı Abdullah Öcalan gibi, tıpkı PKK gibi anayasada yer alan Türk vatandaşlığı tanımının değiştirilmesini istiyor.
Kumpas davası Ergenekon'la mesela müdahil olmuş. Türk Silahlı Kuvvetleri'ni imha eden bu kumpas davasında CIA maşası cemaatçilerle birlikte adeta ortak hareket ediyor. Aynı şeyi söylüyorlar.
Külliyen yalan olduğu ortaya çıkmasına rağmen... Ergenek oyuncuların insanlığa karşı suç işlediğini söylüyor. Benim hakkımda suç dürüsünü işte organize eden Diyarbakır Barosu eski başkanı buydu.
42 yıldır gazetecilik yapıyorum. Elbette başıma çok iş geldi ama 42 yıllık meslek hayatımın ilk organize linç kampanyasını işte bu konu yüzünden yaptım. Organize linçti.
Çok enteresandı. Medya tarihimizde görülmemiş bir linç kampanyası başladı. Ne kadar yalaka, liboş, dönek, tetikçi varsa, ne kadar açılımcı varsa hepsi birden koro halinde saldırıya geçti.
O zamanlar cemaat medyası da vardı bu FETÖ'cülerin medyası. Cemaat medyası da AKP medyası ile saf tutuyordu. Aslında bana yönelik bu linç kampanyası da bir sembolik diye.
Beni döverek açılım aleyhinde yazı yazan gazetecilere gözdağı vermiş oluyor. Nitekim öyle de oldu ya. Benim aleyhimde bu linç kampanyası böyle şiddetle başlayınca açılıma karşı çıkan gazeteciler de bir anda sustu.
Herkes korktu aman benim başıma da gelmesin diye. Öyle bir gün iki gün değiller. Tam 22 gün aralıksız saldırdılar.
22 gün linç ettiler. Hepsini tek tek arşivledim. Irkçı dediler, faşist dediler, beyinsiz dediler, ebleh dediler.
Ya ne söyleyeceklerini düşünmüşlerdi. Öyle hakaret sinsiniz. Televizyona çıkıp Yılmaz Özdil'i niye öldürmüyorlar diye akıl veren bile oldu ya. Bu kadar insanlıktan çıkmıştır.
Bunlar bu kadar insanlıktan çıkmıştı ama bize ırkçılıyorlardı. Hürriyet'in sahibi Aydın Doğan'a hitaben mektuplar yazıldı gazetelerde. Derhal işten atılmam istendi.
Başka gazetelerin böyle benimle hiç alakası olmayan haberlerini küpür olarak yayınlıyorlardı. Bu haberi Yılmaz Üzil yaptırdı diye iftirala atıyorlar. Akıl almaz bir şey yani. Ya haberim benimle ilgisi yok.
Hayır bunu Yılmaz Üzil yaptırıyorlar. Fotoğraflarımı koyuyorlardı. Evimin fotoğraflarını koyuyorlardı. Saatlerce televizyon programları yapıldı. Böyle demokrat pozlarına bürünen böyle süzme şerefsizler yazmadığım yazıları sanki yazmışım gibi anlattılar.
Gene kurmayın adamı olduğumu söyleyenler oluyor. Ben askerliğim bile kısa dönem yaptım ben. İsrail ajanı olduğumu söyleyenler oldu.
Rum dönmesi olduğumu iddia edenler oldu. Böyle bir şeydi. Devamlı İsrail ajanı Rumlu. O dönemde işte televizyon çıkıyor.
Çıktım dedim ki ya bana Rum demişler ama lütfen dedim yanlışlık yapılmasın yani. Benim babam aslında Finlandiyalı, annem de Saksonyalı dedim. Ya buna inanıp bakın. Bak gördünüz mü Hristiyanmış diyen geri zekalılar bile oldu ya. Ya babam Finlandiyalı, annem Saksonyalı dedim.
Herif ertesi gün televizeye çıktı. Bakın işte kendi sözü Hristiyanmış dedi ya. Bu kadar ağır geri zekalılar bana saldırdı. Hatta o sırada çalıştığım Hürriyet Gazetesi'nin okur temsilcisi vardı. O yazıyla basın ahlakına aykırı davrandım ya.
Ya basın ahlakından bahseden bu arkadaş aslında basın ahlakının temel şartını ihlal ediyor. Çünkü bunu yazmadan önce tarafların görüşünü alması gerekir. Halbuki benimle hiç konuşmadı ha. Hiç görüşümü sormadı. Tek taraflı olarak çalıştığım gazetede aklınca beni infaz etti.
O dönemler zor günlerdi. AKP ve cemaate şirin görünmek için işte böyle rezil taklalar atıyorlar. Basın konseyi mesela. Benim hakkımda işlem başladı. Ya öyle bir saldırıya geçti ki anlaşma diye.
Herkes bir şekilde Yılmaz Özdil'e nasıl vururuz diye uğraşıyor. Ki basın konseyi başkanı da hürriyetin başyazarıydı. Bütün mesleki rekabeti işte böyle hırs diye kusmuşlardı. Ulan dedim kaleminizden utanın be. Basın konseyi benden savunma istedi utanmadan.
Halbuki kendi kendine de gelin gibi olmuş zaten. Çünkü basın konseyi üyesi değilim. Gazeteciler Cem Yezidi üyesi değilim.
Ya benim basın kartım bile yok. Ya hayatım boyunca almadım, kullanmadım, kullanmam yani. Savunmamı isteyecekse biri sadece savcı ister. Başkasının ne haddine ya?
Cevap bile vermedim tabii. Neyse uzatmayayım. Ya hukukun baskı altına alınması için, savcıların etkilenmesi için, benim hakkımda dava açılması için ellerinden gelen her şeyi yaptılar.
Bana bir tek söz hakkı bile vermediler. 24 saat o Diyarbakır barosu eski başkanını ekrana çıkardılar, gazetelere çıkardılar. Bana en az 10 yıl hapis cezası vermeyecek savcının, hakimin olsa olsa ergenekoncu olacağını bile yazdılar ya.
Akıl almaz bir şey. Hatırlamayabilirsiniz. Çok normal.
Çünkü bu insanın başına gelince biliyor yani neler yaşadığını. Sabırla bekledim. Sabırla. Savcılar bu suç duyurusunu incelemeye başladılar.
Mevzu adalete tabii intikal ettiği için ben bekledim. Pek satır yazmadım bununla ilgili. Sabırla bekledim.
Neticede... Hem Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı hem de Adana'daki suç duyurusunu inceleyen işte İstanbul Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı bu yazıda herhangi bir suç uyusunu yok. Kovuşturmaya gerek yok karar verdiler ya.
Evet. İki savcılık bir de. Çünkü düpedüz iftiraydı ya.
İftira olduğu hukuk tarafından tescillendi. Savcılık kararlarına ne deniyordu biliyor musunuz? Bu yazı okunduğunda yazarın... Suçu ve suçluyu övmek ya da halkı kim ve düşmanlığa tahrik etmek kastıyla hareket etmediği açıkça anlaşılıyor deniyordu. Evet.
Ya Türkçe okuma yazma bilen herkes okuduğunda diyordu ki kardeşim nerede suç var yani. Ülkede yaşanan çelişkilerin altını çizdiği açıkça anlaşılıyor dedi savcılar. Gazetecilik mesleğinin gereğini yapıyor dediler ya. İki savcı birbirinden mahmuz iki savcı aynı açıklamayı yaptılar ya. Kapı gibi gerekçe yazdı savcılar.
Her okuyan anlaşıyor, okuduğunda anlıyor ki bu yazıda böyle bir şey yok dediler savcılar. Haysiyet celladı çoktu ama çok şükür böyle namuslu savcıları da vardı bu memleketin, temize çıktı. Diyarbakır Baros eski başkanı bu tuhaf suç duyurusuyla bana iftira atmaya çalıştı.
Yani yandaş medyanın açıkça beni karalamaya çalıştığı. Açılımı açabilmek için bu kötülüğü yaptıkları ortaya çıktı. Hukuken ortaya çıktı. Korkunç bir iftira, böyle ahisiyetsiz bir linç kampanyası.
AKP medyası tarafından alkışlanan, göklere çıkarılan o Diyarbakır Barosu eski başkanı başaramamıştı. Savcılardan döndü. Temize çıktı. Aradan sadece bir ay geçti, sadece bir ay. Yine 2016, 2016 yılında sadece bir ay sonra...
Manevi suikast işlendi. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal imha edildi işte o kaset maset mevzuları. Amerikan çıkarlarına bir madde eskerisine ve en son işte PKK açılımına karşı çıkan CHP, kumpaslara karşı çıkan CHP dizayn edilmeye başlandı. Kılıçdaroğlu Genel Başkan oldu.
Bakın şimdi sıkı durun. Kılıçdaroğlu'nun Genel Başkan seçilir seçilmez o gece. İlk telefon ettiği kişi, ilk. Genel başkan seçilir seçilmez CHP'ye davet ettiği ilk kişi kimdi biliyor musun? O Diyarbakır Barosu Eskibaşı.
Kılıçdaroğlu'nun genel başkan seçilir seçilmez ya o gece. Hemen o gece telefon ederek CHP'ye katıl diye davet ettiği ilk kişi Diyarbakır Barosu Eskibaşı'nı Sezgin Tanrıkulu. Bunun böyle olduğunu zaten kendisi çıktı anlatıyor.
İlk beni aradı. Açılıma karşı çıkanlara adeta savaş açan, yani asılsız suçlamayla beni hapse tıktırmaya çalışan, PKK görüşlerini savunan, PKK'lıların resmi avukatı olan, kumpas davasının müdahili olan Sezgin Tanrıkulu. CHP dizayn edilir edilmez, Kılıçdaroğlu genel başkan seçilir seçilmez.
O gece... CHP ilk monte edilen kişi oldu Sezgin Tanrı. Yeni CHP'de milletvekili yapıldı, yetmedi.
Yeni CHP'de genel başkan yardımcısı yapıldı. O da yetmedi. PKK avukatı iken kendisi gibi düşünmeyen gazetecileri mahkemeye veriyordu.
Yeni CHP'de medyadan sorumlu, yani düşünce özgürlüğünden sorumlu oldu. CHP'deki Atatürkçü kadrolar birer birer tasfiye edilirken, yani doğuma büyüme CHP'li izimler tek tek partiden kovulurken, CHP seçmenlerin en sevdiği, en güvendiği milletvekilleri, toplumda en çok karşılığı bulunan milletvekilleri tek tek partiden uzaklaştırılırken, Sezgin Tanrıkulu daima başta değil. Yeni CHP ile HDP arasında, sonra HDP olmuştu şimdiki DEM Parti.
Yeni CHP ile HDP arasındaki bağları kuran yani yeni CHP'yi HDP'ye eklemlendiren CHP'nin PKK ortaklığıyla suçlanmasına sebep olan kişi hep Sezgin Tanrı Kulu'yu. CHP'yi hep bu yönde dizayn et. Bu yeni CHP Sezgin Tanrı Kulu ile birlikte eş zamanlı olarak aynı tarihte aynı seçimde kim milletvekili yapıldı biliyor musun? Özgür Özel. Evet.
Kılıçdaroğlu genel başkan seçilir seçilmez ikisi birlikte CHP'ye monte edildi diye. Biri genel başkan yardımcısı yapıldı, biri grup başkan vekili yapıldı. Başka?
Sezgin Tanrıkulu ve Özgür Özel'le birlikte eş zamanlı olarak aynı tarihte kim milletvekili yapıldı? İbrahim Kaboğlu yapıldı. Hani şimdi şu Öcalan'ın avukatları ile birlikte... İstanbul Barozu Başkanı seçilen var ya İbrahim Kavoğlu, Dem Parti'nin desteği. O.
Ne tesadüf değil mi? Sezgin Tanrukoğlu ve İbrahim Kaboğlu CHP'li bile değillerken, CHP üyesi bile değillerken ya, Özgür Özel ile aynı anda CHP milletvekili yapıldı. Biri genel başkan yardımcısı yapıldı, biri grup başkan vekili yapıldı, biri de yeni CHP'nin anayasa çalışmalarının başına geçirildi. 3 gün öncesine kadar parti üyesi bile olmadı.
CHP'ye paraşütle indirildiler, partinin yöneticisi yapıldılar. Partinin kaderini etki eden insanlar haline getirdiler. Biri grup başkan vekil oldu, biri genel başkan yardımcısı oldu, biri de partinin yeni anayasa çalışmasının başına geçildi. Yeni anayasa çalışması ne?
İkinci Cumhuriyet çalışması. Sonra, çok kısa süre sonra, Stratfor skandalı patladı. Neydi bu Stratfor? CIA'nin gölge kuruluşu diye. Ülkelerdeki siyasi ekonomik gidişat hakkında bilgi toplayan küresel istihbarat örgütü.
Bu Stratfor'un iç yazışmaları Wikileaks tarafından kabak gibi yayınlandı bütün dünyada. Bütün dünya ülkeleriyle birlikte Türkiye'nin de kirli çamaşırları ortaya sesleniyor. Çünkü Stratfor'a işte parayla veya gönüllü olarak istihbarat veren, bilgi veren...
Bürokratlarımız vardı, akademisyenlerimiz vardı, gazetecilerimiz vardı, siyasetçilerimiz vardı. Hepsi tek tek deşifre oldu. Bu Stratfor'un sızmadığı Türkiye'de ne kamu kuruluşu kalmıştı, ne bakanlık kalmıştı, ne de parti kalmıştı.
Guguk kuşu kataloğu gibiydi. Listeleri bir okuduk. Tabii bir okuduk. Çok tanıdık bir isim vardı.
Yeni CHP monte edilen Sezgin Tanrıkulu oradan çıktı. TR-705 kod numarası ile Stratfor'un istihbarat kaynakları arasında gösteriyor. Bangır bangır haber oldu da kod numarası.
Ya ismi açığa çıkmasın diye kod numarası verilmiş. TR-705 Stratfor'un belgelerine bu Sezgin Tanrıkulu uzun zamanlı konsolos kontağı olarak kaydedilmiş. Öyle yazıldı. Uzun zamanlı konsolos komutan.
Buna rağmen partide böyle korundu kollandı. Milletvekili olmaya, genel başkan yardımcısı olmaya devam etti. Genel başkan baş danışmanı olmaya devam etti. Sonra işte biliyorsunuz bu son seçimden önce Kılıçdaroğlu'nun son kullanma tarihi doldu.
Herkes bunu alkışlarken parti içine bir anda bunu devirdiler. Bunun sağ kolu. Yani milletvekili yapıldığı günden beri Kılıçdaroğlu'nun en büyük destekçisi olan, Kılıçdaroğlu'nun adeta çantası gibi yanından ayrılmayan Özgür Özel, Kılıçdaroğlu'nun yeniliği genel başkanı. Ya kendisini partiye monte eden Kılıçdaroğlu bile uçtu ama Sezgin Tanrı kolu partide adeta demirbaş gibi kaldı abi.
Özgür Özel Kılıçdaroğlu'na yakın olan herkesi neredeyse biçti attı. bu Sezgin Tanrı kolunu yanına aldı. Çok ilginçti. Kılıçdaroğlu'nun hemen yanı başındaydı yıllarca. Özgür Özel'in de hemen yanı başını tuttu.
Şu son seçimde mesela PKK'nın kurulduğu Fis köyüne gitti. Çocukluğumdan beri hiç ihmal etmediğim bir yerdeyim. Fis'teyim diye anons çıktı. Sosyal medya hesaplarından yayındı. PKK'nın kurulduğu köy.
Daha ne desin adam yani. PKK'nın kurulduğu yerden seçim mesajı verdi. Özgür Özel genel başkanı olur olmaz ne yaptı?
Bir takım böyle değişiklikler gözlemlemeye başladı değil mi kendisinde? Bir anda gitti Kürdistancı operacının elini öptü. O Kürdistancı operacının elini öperken yanında kim vardı?
Yani bu el öpme işini kim organize etmişti? Ezgin Tanrı kulu. Yanında oturuyor.
Özgür Özel, Şeyh Said'in hatırasına saygı duymak gerektiğini söylerken yanında kendisini tasdikleyen kimdi? Ezgin Tanrı kulu. Özgür Özel en son bu işte Devlet Bahçeli'nin Öcalan Meclis'e gelsin, konuşsun, serbest bırakılsın falan lafına böyle balıklama atladı. El yükseltiyorum filan dedi.
Bu konuda bir numaralı akıl vereni kimdi el yükseltmesi için? Seyirci insanlık. Özgür Özel böyle sanki yabancı ülke resmi gezi yapıyormuş gibi Güneydoğu seyahatine çıktı.
Ulan bizim topraklarımız. Bu seyahati kim organize etti? Sezgin Tanrı kulübü. Şimdi herkes altını çizerek dinlesin. Hani şu CIA'nin gölge kuruşu işte Stratfor'u anlattım ya az önce.
O belgelerde bu Sezgin Tanrı kulübü ile birlikte kimin adı vardı? Aslında liderimizin baş danışmanı İbrahim Kalın'ın adı var diye. Hatta Stratford başkanı işte not düşmüştü.
O adam çok büyük kaynak. Onunla yaptığım görüşmeye kesinlikle gizli kaldı diye not düşmüştü. Medyada haber oldu buna.
Wikileaks yazdı. Hepsi bunların sayın medyamızda manşet oldu. Hatta MHP o zamanlar sarayın ortağı değildi.
MHP bu Stratfor İbrahim Kalın konusunda Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne soru önergesi vermiş. Tayyip Erdoğan'ın cevaplaması için soru önergesi vermişti MHP. O dönem işte böyle haber olan Stratfor'da falan haber olan ona da kod numarası verilmişti.
MHP'nin soru önergesi vermişti. İbrahim Kalın'ın şu anki görevi ne? MİT Müsteşarı.
Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı. Bakıyoruz şimdi ya çok enteresan değil mi? Yani yeni açılım organize ediliyor. Apo çıksın falan.
Aslan liderimizin MIT müsteşarı İbrahim Kalın, Özgür Özel'in akıl vereni Sezgin Tanıkulu. Ortak faydalarının stratfor olması ne kadar büyük tesadüf değil mi? Sezgin Tanıkulu Habur'a gelen o üniformalı PKK'lıların avukatıydı. Resmi avukat. Peki o habur da bu üniformalı PKK'lıları adeta kırmızı halıyla karşılayan açılım vesilesiyle.
Şırnak valisi kimdi? Bu şimdiki İçişleri Bakanımız Ali Yerlikaydı. Biri CHP'li, biri AKP'li ama ortak paydalarının açılım ve habur olması.
Ne tesadüf değil mi? 1999 yılıydı. Abdullah Öcalan Türkiye'ye teslim edildi. Kenya'dan getirildi.
Bir ay sonra Fethullah Gülen ABD'ye gitti. APO'yu verdiler, FETÖ'yü aldılar. Hatta Öcalan bile böyle anlattı İmralı tutanaklarında.
Beni verdiler, onu aldılar dedi. Şimdi Fethullah Gülen öldü. Tık.
Fethullah Gülen'in öldüğü gün Devlet Bahçeli sürpriz şekilde çıktı, açıklama yaptı. Öcalan dedi serbest bırakılırsa gelsin mecliste konuşma yapsın. Apo'yu verip FETÖ'ye aldıklarında MİT müsteşarımız kimdi?
Şenkala Atasov'un. Şimdi bunları söyleyen Devlet Bahçeli'nin danışmanı kim? Şenkala Atasov. Türkiye gerçekten tesadüfler ülkesi yani. Çok tesadüf.
Biz de gazeteci olarak bu tesadüfleri böyle hissediyoruz. Cumhuriyet bayramımıza dönersek. Bugün 28 Ekim.
Mustafa Kemal'in T101 yılınca, Efendiler yarın Cumhuriyet ilan ediyoruz dediği gün. 28 Ekim 1923. Kapatın gözlerinizi lütfen. Şöyle sırtınıza yaslanın.
Direksiyondaysanız boş verin işe biraz geç gidin ya. Kapatın gözlerinizi lütfen. 28 Ekim 1923. Hava kararmıştı.
Çankaya'daki iki katlı bağ evinin ahşap pencerelerinden gaz lambaların cılız ışığı dışarı sızıyordu. Bahçedeki kavak ağaçlarının yapraklarında belli ve sessiz gölge oyunları yaratıyordu gaz lambasının. Köşk lafı sonradan çıktı aslında. Bildiğin bağ eviydi. Kaba yontuydu, taşla inşa edilmişti.
Döşemeleri ve çatısı ahşaptı, kiremitliydi. Pencereleri de ahşap kepenkliydi. Gösterişten uzaktı ama kelimenin tam manasıyla manevi mücevher kutusuydu. O manevi mücevher kutusunun çalışma odasında siyah maroken koltuğunda oturuyordu Mustafa Kemal.
Duvarında Osmanlı kurucusu Osman Gazi'nin kara kalem portresi asılıydı. Kütüphanesinde 530 yıllık Kur'an-ı Kerim vardı. İran hediyesiydi.
Masasında altın işlemeli kama duruyordu. Kama. Yerde ise devasa boyutlu böyle bembeyaz bir ayı postu seriliydi. Rus elçisinin armağanıydı.
Bir sehpanın üzerinde Wagner'in Tunç'tan heykeli vardı. Bir başka sehpanın üzerinde Shakespeare'in Tunç'tan heykeli bulunuyordu. Yazı takımı da Tunç'tu.
Ereka'lı seriliydi. Lacivert de ereka'lı. Kenarları badem çiçekliydi.
Karasaban'a büyük saygı duyar. Kılıçla fetih yapanlar, Saban'la fetih yapanlara yenilmeye mahkumdur diyor. Bu yüzden çalışma masasının tam karşısına ressam Namık İsmail Bey'in Harman Dövme Sahnesi isimli tablosunu asmış.
Ona bakıyor. Kanı'ya daha büyük saygı duyar. Kurtuluş Savaşı'nın simgesi olarak görüyor.
O gıcırdayan kanılar, Türk milletinin çektiği acıların... Sıktığı dişin gıcırtısıydı aslında. Fil dişinden kanı büblosu vardı. Bu manevi mücevher kutusu atmosferi içinde dalgın dalgın düşünüyordu.
Kapı tıklatıldı, yaver içeri girdi. Herkes hazır paşam dedi. Koltuğundan kalktı, seri adımlarla yemek salonuna geçti.
Yemek salonundaki maun cilalı masa, 10 kişilik. Sandalyeleri kırmızı kumaş kaplıydı. Sarı yaldızlı gümüş çatal bıçak takımı böyle pırıl pırıl parlıyordu. Peçeteler GMK armalıydı. Gazi Mustafa Kemal armalıydı.
Altışar mumlu gümüş yamlanlar vardı. Tıpkı masa gibi mauncilalı olan büfe vardı. Üzerinde de böyle lonjin marka mayın şeklinde masa saatif oldu.
Süs eskiyası olarak yerleştirilmişti böyle büyük boy deniz kabukları onların arasında duruyordu masa saati. Yemek salanın halısı da herekeydi. Krem zemin üzerine pembe çiçekliydi. Gramofon vardı köşede.
Beş perdeler ardına kadar açıktı. Şöyle göz ucuyla pencereden dışarı baktı. Lacivert bir Ankara gecesiydi. Meclisten Çankaya'ya dönerken bazı arkadaşlarını akşam yemeğine davet etti.
İsmet İnönü, Kazım Özal, Fethi Okyar, Ruşen Eşref, Ruşen Eşref Günaydın, Fuat Bulca, Kemalettin Sami ve Deli Halit lakaplı Halit Karsıalan. Halit Karsıalan. Sofradaydılar.
Başıyla herkesi hafifçe selamladı böyle. Sandalyesini çekip otururken... 4 yıl önce İstanbul'da Şişli'deki evinde umutsuz olmayacağız dediği o kasvetli geceye atılır. Uçurumun kenarındayız demişti.
Bizi canlı canlı mezara atmak istiyorlar demişti. Son bir cüret belki kurtarabilir. Anadolu'ya geçiyoruz demişti. Ve gidip Bandırma Vapuru'na binmişti. Asırlar gibi geliyordu ama o geceden bu geceye sadece 4 yıl geçmişti yani.
Çanakkale'den Trablus'a, Yemen'den Sina'ya vuruşmadıkları coğrafya kalmamıştı. Neticede Şişli'deki o daracık odaya sıkışıp son bir cüretle kurtuluş mücadelesine gidişmiş. Bugün ise 28 Ekim, emperyalizmi süpürerek denize dökmüş, egemenliği halkın iradesine vermiş, saltanata son vermiş, Lozan'da tapusunu almış, özgür... Tam bağımsız bir devletin sahibiydiler.
Bu destansı macera filminin yaşanmış hatıraları o çelik mavisi gözlerinden böyle belli belirsiz bir keder bulutu gibi geçti. Keder bulutu. İşte yine öyle bir kader anındaydılar.
Vakit tamamdı. Lafı uzatmadı. Efendiler dedi.
Yarın cumhuriyet ilan edin. O gün, yani Cumhuriyeti ilan edeceğimiz gün, Türkiye'nin nüfusu 13 milyon. 11 milyon kişi köyde yaşıyordu ya.
Şehirlerde sadece 2 milyon kişi vardı. 13 milyon nüfusun 11 milyonu köylerde yaşıyordu. 40 bin köy vardı, 37 bininde okul yoktu.
Hostane yoktu, dükkan yoktu, hiçbir şey yoktu. 30 bin köyde yani her 4 köyün 3'ünde cami bile yoktu. Traktör sayısı sıfırdı.
İçeride ver sayısı sıfırdı. Kara sabahından başka hiçbir şey yoktu. Ay çiçeği üretimi yoktu, şeker üretimi yoktu, ekmeklik un bile ithal ediliyordu. Pirinç ithal ediliyordu.
Yağmur yağmazsa sulama yoktu. Su dediğin o yağmur yağacak. 5000 köyde sığır vebası vardı.
Hayvanlar kırılıyordu, insanlar kırılıyordu. 1 milyon kişi frengiliydi. Düşünebiliyor muydunuz? 13 milyon nüfus, 1 milyonu frengili. 2 milyon kişi sıtmaydı ya, 3 milyon kişi trahumluydu.
Eminim gençlerimiz şu anda internete girip arayacaklar, trahum nedir ya falan. Çünkü artık hayatımızdan çıktı. O zamanlar 3 milyon kişi trahumluydu. Bir göz hastalığıydı trahum. Bulaşıcıydı yani, körlüğe kadar gidiyordu.
Düşünebiliyor musunuz? 13 milyon nüfus, 1 milyonu frengili, 2 milyonu sıtma. 3 milyonlu, trumanlı. Verem, tifüs, tifo. Salgın üstüne salgın vardı her yerde.
Bit ya bit. Bitle başa çıkılamıyor. Bebek ölüm oranı %40'ın üstündeydi.
Dünyaya gelen her iki bebekten biri ölüyordu ya. Anne ölüm oranı %18'di ya. Feci yüksek bir oran. Yani her 5 anneden biri doğumda ölüyordu. Ortalama ömür sadece 40'tı.
O eczacıların da sadece 8'i Türk'tü. 40 bin köy sadece 136 ebe var. 40 bin 136 ebe. Savaşta yanmış yıkılmış bir ülke vardı her köşesi.
Komple kül edilmiş köy sayısı binin üstündeydi, iki bine yakın. Ülkeyi yeniden inşa etmek gerekiyordu ama kiremit bile yoktu ya. Kiremit bile ithal. Limanlar yabancıya ait, madenler yabancıya ait, bankacılık sistemi yabancılara ait.
Demir yollarının bir metresi bile bize ait değildi. Toplam sermayenin sadece 20'de biri Türk'tü. Cumhuriyetten önce ticaret gayrimüslimlerinin değil. Elbette Türklerin kafası ticarete çalışmıyor değildi. Yani bizim de kafamız çalışıyordu ama Türkler ticaretten özellikle dışlanmıştı.
Maalesef bugün günümüzde bu gerçek inkar ediliyor ama her milletle ticaret yapılıyor. Kendi vatanında Türklerle ticaret yapılmıyordu. Irkçı bir engel.
Türk milletine karşı ırkçı bir engel değil. Gayrimüslim tüccarlar egemen oldukları mesleklere ve saraydan imtiyazını aldıkları işlere Türkleri asla sokmuyorlardı. Ya Türkler herhangi bir meslek kolunda çırak bile yapılmıyordu.
Ya kalfa olamıyor. Çırak yapılmasa nasıl kalfa olacaksın, nasıl usta olacaksın? Dolayısıyla herhangi bir meslekte asla usta olamazsın. Ustalaşamıyordu Türkler.
Yoksul Türkler iyice yoksullaşıyordu. Zengin Levantenler gayrimüze iyice zenginleşiyordu. Ya 400 yıldır bu topraklarda yaşadığı halde, bu topraklarda doğup büyüdükleri halde hala Türkçe bilmeyen Levantenler bile var diye.
Osmanlı döneminden böyle mi rast kalmıştı? Yani ticaret odalarında azınlıklar hakim. Borsalarda azınlıklar hakim. İthalatta, ihracatta Türklerin payı %2 bile değildi.
Bankacılık sistemi söyledim, tamamen yabancılarındı. Ya bankacılık işlemleri bile Fransızca yapılıyordu ya. Faturalar, makbuzlar bile Fransızca idi. Devletten imtiyazı kaparak böyle elektrik, telefon, tren, tramvay, tütün, liman işletmelerini kapmışlardı.
Bunların tamamı yabancılardı ya. Ya Türkler kendi vatanlarında... Yani aslında kendilerine ait olan bu işletmelerde anca bekçi oluyordu, çöpçü oluyordu. Anca hamal olarak çalışabiliyor. Türkiye'de Türksüz sistem kurmuşlardı.
Türk içeri giremiyordu. Osmanlı'dan ayakta kala kala sadece 4 fabrika alkanmıştı. Ereke İpek, Fesane Yün, Bakırköy Bez, Beykoz Deri. Onlara da fabrika demeye bir iş ait isterdi yani. Makinaları falan son derece ilkel.
28 Ekim 1923'ten söz ediyoruz. Sanayi denilen işletmelerin %95'inde motor yok. Bütün ülkede böyle 10 işçiden fazla işçi çalıştığında sadece 280 işçi yaratıyor. Bunların da 250'den fazlası yabancılarındır.
Elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus'ta var. Güya vardı demek daha doğru olur. Çünkü sadece bir iki semtte, çünkü aylık elektrik üretimi sadece 50 kWh diye. Örneğin yanlış duymadınız da.
Sadece 50 kWh. Dört mevsim böyle kullanılabilen karayolu falan. Karayolu yoktu aslında. Asfalt yolu yoktu. Türkiye Cumhuriyeti'ne güya Osmanlı'dan...
18.000 km karayolu kalmıştı ama 2 ay tarih. Bunun sadece 4.000 km'si kullanılabilir durumdaydı. O da ezilmiş topraktan ibaret. Asfalt falan yok. Ezilmiş toprak bunu da 4 mevsim kullanmak mümkün değildi.
Çünkü kar yağdığında kapanıyordu. Kendi kendine eriyip açılması bekleniyordu. Otomobil yoktu ya. Bütün ülkede otomobil sayısı sadece 1490'dı. Sadece 4 şehirde özel otomobil var.
O kadar. Benzin istasyonu falan zaten yok. Ulaşım aracı kanıydı. Nakliyat böyle develerle eşeklerle yapılıyor.
Kadın insan değildi. Eşit eğitim hakkı yoktu. Meslek edinme hakkı yoktu.
Boşanma hakkı yoktu. Velayet hakkı yoktu. Kendisine miras kalan mallar üzerinde bile tasarruf hakkı yoktu. Seçme hakkı yoktu, seçilme hakkı yoktu, doğum izni yoktu, çalışma hayatında eşit hakkı yoktu, eşit işe eşit ücret filan hakkı yoktu, kürtaj hakkı yoktu, gebeliği önleme hakkı yoktu, kızlık soyadını kullanma hakkı yoktu.
Kadın insan değildi. Tiyatro yoktu, müzik yoktu, resim yoktu, heykel yoktu, spor yoktu. Yabancılar tarafından çıkarılan arkeolojik eserlerimiz Sayın Padişahlarımızın hediyesi olarak trenlerle Avrupa'ya Amerika'ya kaçırılmış.
Kimisi Alaturka saati kullanıyordu böyle güneşin battığı anı 12 kabul ediyordu. Kimisi zevali saati kullanıyordu, grubi saati esas alıyordu. Kimisi de güneşin tamamen battığı ezani saati esas alıyordu. Saat kaç birader diye sorduğunda her kafadan... Ayrı ses çıkıyor.
Kimisi hicri takvim kullanıyordu, kimisi Rumi takvim kullanıyordu. Yani kimisinin Şubat'ı, kimisinin Aralık'ına denk geliyor. Dünya herkes aynı zaman dilimindeydi ama herkes farklı aylarda yaşıyordu. Dirhem, Okka, Çiki vardı.
Arşın, Kulaç, Fersah vardı. Ne ağırlığımız dünyaya ayak uydurabiliyordu, ne uzunluğumuz dünya standartlığındaydı. Bütün ölçülerimiz Ortaça'da. Türkçe 600 sene boyunca katledilmişti.
Arapça, Farsça harmanlamasına böyle Osmanlıca denilmişti. Fransızca, İtalyanca kelimeler, Levanten terimler dilimizi istila etmişti. Karşılıklı böyle sesli sessiz harfleri olmayan Arapçayla Türkçe yazmaya çalışıyordu.
Hani deniyor ya harf devrimi yapıldı. Bir gecede cahilleştirecek falan dedi. İbrahim Müteferrika'dan itibaren bu topraklarda 150 yıl boyunca basılan kitap sayısı ne kadar biliyor musunuz? Sadece 417 adet.
Bunlar da gayrimüslimlerin matbaasından çıkmıştı. Ki zaten İbrahim Müteferrika da abi Macardı yani devşirmeydi. Bu topraklara kitap gelene kadar Avrupa'da 2,5 milyon farklı kitap basılmıştı. 5 milyar adet basılmış.
Voltaire mesela bir kitabında maalesef ne demişti biliyor musunuz? İstanbul'da bir yılda yazılanlar Paris'te bir günde yazılanlardan azdır. Gazete sadece İstanbul'da izimizde var. Erkeklerin sadece %7'si okuma yazma biliyorsun. Kadınların sadece %4'ü okuma yazma biliyorsun.
Okuryazar erkeklerin ezici çoğunluğu da tabi ya subaydı ya da gayrimüslimdi. Okuryazar Türk kadın ise böyle parmakla sayılacak kadar az diye. Parmakla.
O kadar. Avrupa ile mesela kıyaslarsak 1923 yılında Almanya'da okuryazar oranı %80'di. Hollanda'da %80'di.
İngiltere'de %75'ti. Fransa'da %70'ti. Avrupa'nın en geri kalmış ülkelerinden biri İspanya'da orada bile %30'dur.
Okul yaşa gelen 10 çocuğumuzdan 9'u okula gitmedi ya. Bütün ülkede toplam sadece 4894 ilkokullar. Sadece 72 ortaokullar. Sadece 23 lise vardı bütün ülkede. Başkent Ankara'da sadece 2 lise vardı.
Türkiye'nin tüm liselerinde, bütün Türkiye'de sadece 230 kız öğrenci kayıtlıyor. Öğretmenlerimizin 5'te 1'inin öğretmenlik eğitimi bile yoktu. Bütün memlekette bir tek üniversite vardı Darülfü'nün. O da tabii medreseden halliceydi yani.
Memleket bilimden çok uzaktı, çok uzak. Medreselerde Türkçe yasaktı. Bağnazlık yuvalarıydı. Din diye uğrafı öğretiyorlardı.
Zaten perişanlık üstüne mübadeleyle 400 bin insan daha geldi. Ceplerinde para yoktu, iş yoktu, başlarını sokacak ev yoktu. Sığınabilecekleri akraba yoktu.
Çoğunluğu hastaydı. Mübadeleyle gelen her iki çocuktan biri... Yollarda at arabalarının sırtında iki ay içinde hayatını kaybetti. Kendi ailemden biliyorum. Çaresizlikten mağarada kalanlar oldu, mağarada.
Gözlerinizi açabilirsiniz. 28 Ekim 1923'te, 101 yıl önce bugün Türkiye işte bu haldeydi. Bunları şunun için anlatıyorum. Bazen karamsarlığa kapılıyoruz.
Endişelerimiz korkuya dönüşüyor. Geleceğe dair umutsuzlaşıyoruz. Hayır.
İşte böyle hissettiğinizde yarın Cumhuriyet ilan edeceğimiz 28 Ekim 1923 gecesini hatırlayın lütfen. Zihninizi ışınlayın. Çankaya Köşkü'ndeki o geceye gidin. O maun cilalı masaya.
Mustafa Kemal'in sofrasına siz de oturun lütfen. YMK armalı peçetelere dokunduğunuzu hissedin. ruhunuzu kemiren bütün umutsuzluk bulutlarının bir anda dağıldığını göreceksiniz.
Cumhuriyet nedir diye sorduklarında, yani niye Cumhuriyet ilan ediyoruz diye sorduklarında Mustafa Kemal ne cevap veriyordu biliyor musun? Bir kelimeyle ifade etmek lazım gelirse diyor. Bir kelimeyle ifade etmek lazım gelirse, Türkiye Cumhuriyeti halk devletidir, halkın devletidir.
Mazi müesseseleri ise... Şahıs devletiydi. Şahıslar devletiydi.
Bugün yaşadığımız bütün sorunları, bütün karamsarlıklarımızı, bütün endişelerimizin, bütün umutsuzluklarımızın sebebi aslında işte bu. Şahıs devletiydi. Bu cumhuriyeti yeniden halk devleti, halkın devleti yaptığımız gün yeniden pırıl pırıl güneş açacağını hepiniz göreceğiz. Göreceğiz. 101 yıl önce başardılar bunu.
Yoktan var ettiler. Anlattım durumu. İlelebet payidar kalacak.
Hiç korkmayın. Hiç karamsarlaşmayın. Mustafa Kemal bandırma vapuruna bindiğinde nüfus 13 milyondu. Onun ideallerine inanan insan sayısı 10 binde 1 bile değildi.
Ya 50 binde 1 bile değil. Bugün Cumhuriyet değerlerini benimsemiş. Farklı partilere de oy verse, çağdaş yaşam biçimini içselleştirmiş insan sayısı nüfusun en az %70'inden fazla. Bu ülkenin üstüne böyle fanus gibi geçirmeye çalıştıkları tarikat, cemaat, zır cahil atmosferinin sizin duygu dünyanızı boğmasına asla izin vermeyin lütfen. Bu satılık medyanın sizi zehirlemesine kanmayın.
Bu dizayn edilmiş basiretsiz muhalefetin çapsızlığıyla. Sizi çaresizleştirmelerine aldanmayın. Bazen fırtınalar olur, bazen dev dalgalar olur ama bandırma bafurunun rotası bir milim şaşmadan yoluna devam ediyor.
Geldikleri gibi giderler. Hiç korkmayın. Yaşam biçiminizi değiştirmelerine asla izin vermeyin. Bakın terör şehitleri varken, etrafımızda işte savaşlar varken falan bayram olur mu filan denin.
Cumhuriyet bayramı kutluyoruz. Tıklamaları iptal edilsin, konserleri iptal edilsin filan deniyor. Bunları iptal eden CHP belediyeleri bile var.
Kendilerini çok akıllı, geriye kalan herkesi şapşal zanneden bu arkadaşlara bir başka bayramla sorayım ben burada. 23 Nisan Çocuk Bayramı mesela nedir? Şehit çocukları bayramıdır ya. Evet, 23 Nisan Çocuk Bayramı'nın varlık sebebi... Bayram ilan edilmesinin sebebi bizzat şehit çocuklarıdır.
Şehit çocuklarına sahip çıkmak için ilan edilmiş bir bayramdır. 23 Nisan kendi çocuğumuzu şefkatle bağrımıza basarken şehit çocuklarını sakın unutmayalım günüdür aslında. 23 Nisan bizim çocuklarımızın saçının teline zarar gelmesin diye kendi canını hiçe sayan kahramanlarımızı sakın unutmayalım günüdür. 23 Nisan'ın varlık sebebi bu.
Bu tür milli bayramları eğlence gününden ibaret zannetmek sadece Atatürk alerjisi değildir ha. Aynı zamanda cehaletin daniskasıdır. Cumhuriyet bayramı da işte böyle bir şeydir.
Sadece sevincimizi yaşamak için değil, acılarımızı unutmamak için, acılarımızı daima hatırlamak için yaratılmış bir bayramdır. İptal etmek falan değil, tam tersine her zamankinden daha coşkuyla, daha güçlü kutlamaktır. Bakın hatırlayalım lütfen. 1921 yılıydı mesela.
Ya Kurtuluş Savaşı'nın göbeğiydi ya. Amerikalı gazeteci Clarence Strait. Ankara'ya geldi de Mustafa Kemal ile röportaj yapacaktı. Böyle sokaklarında develerin dolaştığı, kanıdan başka taşıtın olmadığı, yoğun toz bulutları içindeki Ankara kasabasında, memlekette kan gövdeyi götürürken Hamlet seyretti ya.
Evet Hamlet seyretti. Çünkü Otello Kamil'in gezici kumpanyası gelmişti Ankara'ya. Otello lakabıyla tanınan Kamil Rıza'nın tiyatrosuydu. Anadolu'yu Shakespeare'de tanıştıran tiyatroji.
Böyle ahırdan bozma binada gaz lambalarının ışığında oynuyorlar. Huvayi Milliye'nin, Cumhuriyet'in vizyonunu yansıtıyor. En karanlık günlerde bile halka sanatla, sanatçıyla moral veriyorlar.
Bakın size yurt dışından bazı fotoğraflar göstereyim. Hem yurt dışı hem yurt içi aslında. Buyurun. Mar Limonu. Kore Savaşı'nda Türk askerleriyle kol kol, evet, gelin lütfen internetten Google'a bu ve benzeri fotoğrafları kendi gözlerinizle yakından görün.
Malum mu? Türk askeri. Kore.
O an itibariyle dünyanın en şöhretli kadınıydı. Dünyanın en şöhretli kadını efsane Hollywood yıldızı Mehmetçik üniforması giymiş ya. Türk askeriyle bu hatıra fotoğrafını çektiriyor.
Malin Mono'nun sırtında Türk subayının montu var. Türk Tugay'ını ziyaret etti. Bu fotoğrafları çektirdi.
Pentagon'un isteğiyle böyle savaşın en kanlı günlerinde Kore'ye gelmişti. 10 gün orada kalmıştı Malin Mono. Konserler vermişti. Cepheleri dolaşmıştı.
Hem savaşan askerlere... Hem de memleketlerinde endişeyle bekleyen o askerin ailelerine işte böyle moral vermiştir. Türk askeriyle de işte böyle fotoğraflar çekti.
Moral vermiştir. Türkiye dahil dünyanın bütün gazetelerinde haber olur. Çünkü en karanlık günlerde bile, savaşın ortasında bile halka sanatla, sanatçıyla moral veriyor.
Kıbrıs Barış Harekatı mesela. Kıbrıs Barış Harekatı denince ilk aklımıza gelenlerden biri nedir? Bir Başkadır Benim Memleketim değil midir yani? Hepimizin hafızasına böyle adeta mıh gibi çakılan Ayten Alpman'ın o muhteşem sesi, o muhteşem yorumu değil midir? Bir Başkadır Benim Memleketim şarkı değil miydi o?
Kıbrıs'ta şehitlerimiz varken niye şarkı söyleniyor mu deniyordu o zaman? Tam tersine. O şarkıyla bütün toplum moral bulmuyor muydu? O şarkıdan güç almıyor muydu? Zor zamanlarda halka moral vermenin en iyi yolu daima sanattır, müziktir, sanatçıdır.
Cumhuriyet Bayramı'nı asıl böyle günlerde daha yüksek sesle, daha coşkulu şekilde kutlamak gerekir. Milli bayramlar böyle sadece sevincimizi yaşamak için değil. Acılarımızı unutmamak için, şehitlerimizi, kahramanlarımızı daima hatırlamak için yaratılmış özel günlerde diye. İptal etmek değil, tam tersine her zamankinden coşkuyla daha güçlü, daha hep bir ağızdan kutlamak gerekiyor. Kimi FETÖ'ye ağıt yaksın, kimi APO'nun yolunu gözlesin.
Asın bayrakları kardeşim. Yarın Cumhuriyet ilan edilir. Bugünlük bu kadar. Abone olmayı, beğenmeyi ve paylaşmayı sakın ihmal etmeyin lütfen.
YouTube'da yayına başlayalı en iyisi 10 ay bile olmadı ama sayenizde 500 bin aboneye geçtik ya. Geçen haftaki izlenme raporumu da vereyim pazarsa itibariyle. Son 7 gün içinde...
Geçen hafta yine sadece 5 yayın yaptık. Son bir haftada 2 milyon 156 bin defa izlendik. Bu hafta kendi rekorumuzu kırdık.
Shortslarla birlikte toplam 4 milyon 125 bin defa izlendik. Toplam izlenme süremiz sadece bir haftada 879 bin saat oldu. Sadece son bir haftada 17 bin yeni abonemiz oldu. 500 bin aboneye girmiş olduk. Son bir haftada yayınlarımı izleyenlerin sayısında %60 artış oldu.
Aynı zamanda sadece son bir hafta içinde bu 5 yayınım 375 bin beğeni aldı. Yayınlarımın altına da 40 bin yorum yazdı. Sizlerle aramızdaki bu bağ özellikle medyada gerçekten çok bir şey rahatsız ediyor. Size ne kadar teşekkür etsem azdır.
Size layık olabilmek için gün içinde böyle özel hayatınızdan fedakarlıkta bulundum. Bu kadar süreyi bana ayırdığınız için gerçekten yürekten teşekkür ederim. Bu güveninize ve bu ilginize layık olabilmek için inanın çok çalışıyorum. Sizin karşınıza donanımlı şekilde çıkabilmek için çok çabalıyorum.
Yani valla köşe yazısı yazmak çok kolaymış ha. İnanın 30 tane köşe yazısı yazdığımda bile burada bir yayında gösterdiğim eforu göstermiyorum. Sadece yazı ne kolaymış ya. Güveninize layık olmaya çalışıyorum.
Çok teşekkür ederim. 500 bin aboneyi bulduğumuzda size bir sürprizim olacak demiştim. Sözümü asla unutmadım. Sayenizde tahminimizden çok çok daha önce 500 bini yakalamış olduk.
Bugün sürprizimin ne olduğunu açıklayacaktım. 500'ü bulduk. Ama yarın Cumhuriyet Bayramı. Bu kadar özel bir günün harifesine denk geldiğine göre hadi gelin dedim.
Sürprizimin ne olduğunu hatta bir değil iki sürprizimin ne olduğunu yarın Cumhuriyet Bayramı vesilesiyle bayram hediyesi olarak... Yarın. Bugünlük bu kadar. Abone olmayı, beğenmeyi ve paylaşmayı sakın ihmal etmeyin lütfen.
Şimdi de 600 bine gideceğiz çünkü. Abonelerim arasında çekiliş yapacağım. Milli bayramlarımızın sadece sevincimizi yaşamak için değil, acılarımızı asla unutmamak için, şehitlerimizi, kahramanlarımızı daima hatırlamak, onları daima yüceltmek için özel günler olduğunu düşünün.
Kutlamaları, konserleri iptal etmek değil, tam tersine her zamankinden daha coşkuyla yaşamamız gerektiğini düşünen 10 talihli izleyicime, 10. Cumhuriyetin kuruluş öyküsünü anlattığım Anka Kuşu kitabımı hediye edeceğim. Evet, küllerinden doğan bir ulusun bir cumhuriyeti nasıl inşa ettiğini anlattığım ve işte değerli arkadaşım Salih Yavuz'un sahibi olduğu Siyah kitaptan yayınladığımız Anka Kuşu. Cumhuriyet bayramı meselesiyle 10 talihli izleyicime Ankakoşu kitabımı hediye edeceğim. Şimdiden iyi okumalar.
Yarın Cumhuriyet'i ilan ediyoruz. Yarın sabah görüşmek dileğiyle. Eyvallah.