Transcript for:
Stoğuculuk ve Felsefi Tartışmalar

Zenon, Seneca'yı görse,''Aa bu adam Sto'cu mu? ''der. Sto felsefesi materyalist bir felsefe. Kafamı koparabilirsin, eski Türk filmlerindeki gibi. Bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla. Duygular morbus animidir diyor. Ruhun hastalığıdır. İyi bir yaşam için erdem kendi başına yeterli. Arı kovanı için iyi olmayan arı için de iyi olamaz. Bu programın başlamadan önce şunu söylemek istiyorum ve tabii sizi de henüz tanımayanlar için tanıtmak da istiyorum. Geçenlerde kitaplığımı toparlamaya çalışıyordum ve birdenbire fark ettim ki bende 20'den fazla çalışmanız var. Özellikle bu Stow felsefesinin kuruluş fragmanlarından Roma'da siyasete, Seneca'ya kadar böyle baya bir külliyatınız varmış bende. Bilmeyenler için Dr. Cengiz Çevik, İstanbul Üniversitesi Latin Dili ve Edebiyatı'dan mezun. Ve temel çalışma alanları da Roma'da siyaset ve felsefe ilişkisiyle stoğacılık olarak özetlenebilir sanırım. 40'tan fazla çevirisi var bu alanda. Kendi yazdığı 4 çalışması var. Ve ona dair bütün çalışmalarını bulabileceğiniz gayet güzel derli toplu bir web sitesi var. Bunun dışında hem bir YouTube kanalı var, hem bir podcast programı var. Hatta 4 tane podcast programınız olduğunu gördüm. Yani farklı temalarda farklı programlar açmışsınız. Yanılıyor muyum hocam? Evet doğru. Belki de buradan konuşmaya başlamak uygun olur. Sizinki gibi bir akademik çalışma alanından çıkan ve bu kadar verimli bir şekilde öğreten biri için dijital platformlarda olmak nasıl? Aslında güzel bir duygu. Yani ben içinde yaşadığımız bu çağdan memnun olan bir adamım. Biliyorsunuz genelde insanlar içinde yaşadıkları çağdan memnun olmazlar. Hatta bu konu geçtiği zaman hep hatırlattığım bir film var. Paris'te bir gece yarısıydı galiba. Çok güzel bir şey. Midnight in Paris evet doğru. Ve geçmişe gidilmesine rağmen geçmişteki insanlar da geçmişe gitmek istiyorlardı. Herkes asr-ı saadetin veya altın çağın biraz daha geçmişte olduğunu düşünüyor. Kendi yaşamından memnun değil. Ama ben bu çağdan memnunum. Hem post-war bu ikinci dünya savaşı sonrası etkilerinin artık yok olduğu. bir dönemin çocuğu olarak ve tabii ki yetişkin insan olarak dijital çağı yakaladığım için çok memnunum. Çünkü bu az önce bahsederken benden söyledikleriniz aslında büyük bir fırsat, büyük bir imkan. Yani bundan atıyorum 100 yıl önce, bir asır önce yaşasaydım bu kadar çok kaynağa erişemeyecektim, bu kadar çok insana ulaşamayacaktım. Hatta biraz böyle bizi izleyen dostlarımızın Belki bazıları kötü değerlendirecek ama şöyle bir espri yapmıştım bir keresinde. İşte konumuz olan bugün Stoğa felsefesinin kurucusu Zenon benim kadar takipçisi olmayan bir filozoftu. Ben sosyal medyada bazen bakıyorum insanlara. O kadar çok insan var ki yani Zenon'un etrafında bir avuç insan vardı. Belki yüz kişi belki o kadar bile değil. Bir avuç insan. Onlar da değişiyordu sürekli. Dolayısıyla antik filozoflardan hatta sonraki filozoflardan daha fazla insanı seslenebilme imkanımız var. Bunu kendimi bir filozof olarak gördüğüm için değil takipçi yani anlatan adam ile takipçileri olması açısından karşılaştırıyorum. Şu anda tam olarak kaç kişiye ulaştığımızı bilmiyorum tabi bu kanalın takipçi sayısı en azından videoyu yayınladığımız süre zarfında ama 500 bin. Aboneye ulaşmak üzere kanal. Dolayısıyla bir ayda ortalama 1 milyon insana erişme imkanımız var. Kendisiyle birlikte getirdiği bir sorumluluk da var değil mi? Yani nitelikli yayınlar yapmak, doğru söz söylemek, doğru bir şekilde felsefeyi yansıtmak veya ilham vermek gibi. Şimdi bu popülerleşme meselesinden biraz ilerleyeceğim. Sorularım genellikle stoğuculuk üzerine kurulu olacak. Çünkü hem siz stoğuculuk alanında belki de Türkiye'de önde gelen uzmanlardan bir tanesisiniz. Hem de benim de kanalımda çok fazla. Storcilık içeriği var. Çünkü ben storcilık üzerine akademik bir çalışma yapmıyorum. Esasen zihin felsefesiyle ilgileniyorum ama storcilığa baktığım yer biraz daha kişisel. Dilara'nın yaşam felsefesi geliştirmesi bağlamında. Kıskançlık yaşadığımda, bir kaygım olduğunda, gündelik hayatımla mücadele etmeye çalıştığımda bir başucu kitabın iteliği görüyor benim için. Şimdi ben storcilık üzerine içerikleri hazırladığımda benzer bir kaygının çok fazla insanda da olduğunu gördüm. O yüzden şunu merak ediyorum. Hem bir akademisyen hem bir içerik üreticisi olarak sizin genellikle gördüğünüz, rastladığınız bu stoğuculuk hakkında bilinen bir klişe, bir yanlış dediğiniz şeyler var mı? Evet çok güzel bir soru ve zaten özellikle de Covid döneminden itibaren Stoğ felsefesinin ve Stoğacı filozoflara atfedilen veya onlar tarafından yazılan eserlerin çok fazla yayıldığını görüyoruz. Özellikle de şöyle bir örnek var çok net rakamlarla da sabit. Yani Britanya'da Covid'in peak yaptığı yani zirve yaptığı dönemde Marcus Aurelius'un kendime düşünceleri en çok satılan kitap olmuştu. Bu da haber oldu Guardian gibi farklı haber kaynaklarına. Neden böyle? Nedenini tahmin edebiliriz. Biraz da konuşabiliriz üzerine ama öncelikle bu popülerleşmeyle ilgili biraz bir şeyler söylemek istiyorum. Az önce dediniz ki bizim burada olmamız, dijital içerik üretmemiz bir sorumluluk da getiriyor. Bu çok önemli bir mesele. Benim... Özellikle de YouTube'da yayın yapmaya başlarken kafamdaki ilk mesele buydu. Temel ilke. Ve şöyle diyordum. Bir videoda bir konuyu el alıyorsam tıpkı hakemli bir dergiye yolladığım makaledeki ciddiyeti göstermem lazım. Bunun için imkan var. Ne var? Açıklama bölümüne kaynakları yazmak. Mesela şu an aklıma gelen en temel mesele. Ve referans sistemi kullanmak. İşte şunun dediği gibi, bunun dediği gibi. Kitap göstermek, işte bu kitabı şuradan bulabilirsiniz, baskısı var, şusu var, busu var. Hesap vermek okuyucuya. Dolayısıyla popülerleşmenin çoğunlukla olumsuz bir tınısı vardır. Ve bu tür sorumluluk duygusunu seyircilerin hoşuna gitmek için, yani onun hoşuna gitsin diye bir takım cümleler kurmak pahasına veyahut örneğin iktidara yaranmak için veya güçlü kişilere yaranmak için gerçeği eğip bükmek mümkündür. Sevgili dostlarımız bizi izleyen dostlarımız bilsin ki sadece M.S. 2024'ün meselesi değil. Bu antik çağda da böyleydi. Nitekim bu yayın için düşünürken aklıma bir söylev geldi. M.S. yüzyılda tam olarak bilinmiyor. Oralarda yaşadığı düşünülen Dio Crisistomos diye bir yazar var. Çok önemli bir yazardır. Onun söylevleri var. Onun bir söylevinde bu meselenin olduğunu hatırladım. Popüler görüş bazen küçük meseleleri daha büyük gösterir, büyük meseleleri daha küçük gösterir. Stoğa felsefesinin popülerleşmesine bağlı olarak tıpkı Hristos Tomos'un dediği gibi bu ekolün görüşlerindeki bazı nispeten önemsiz olabilecek meseleler, önemsiz konular sanki çok önemli meseleler ve konularmış gibi büyütülebiliyor. Büyük meseleler de... küçültülebiliyor. Çünkü burada uzmanlıkta söz konusu olan ölçü ve ölçüllük yok. Ve tabii ki antik metinlere referans yok. Kitlenin, felsefenin kendisinin ne anlattığından ziyade ondan ne beklediği önem kazanıyor. Dolayısıyla COVID döneminde Marcus Aurelius'un benim de çevirdiğim can yayınlarından çıkan o E.S.A. Oton metni, yani kendimi düşünceler. metninde adamın ne anlattığından ziyade kitlenin, okuyucunun, dinleyicinin ne anladığı daha önem kazanıyor. İşte bu nokta kaçınılmaz olarak beklentinin ana metnin önüne geçmesi veyahut felsefedeki o öğretinin önüne geçmesine neden oluyor. Ve bunu uzmanlar bir noktadan sonra buradaki yanlış algıyı düzeltemezler. Ve ne yazık ki bunu... Ortalama okuyucu yapmıyor. Maalesef bunu yazarlar yapıyor. Hatta bazen batıda da bizim ülkemizde de felsefeciler yapıyor. Mesela çok ciddi bir felsefeci çıkıp şey diyebiliyor. Herhangi birini kastetmiyorum bu arada. Kafamdaki geçmişteki örneklerin ortalamasını alarak bir hayali bir figürle söylüyorum. Bir felsefeci çıkıp şöyle diyebiliyor. Suta felsefesi kölelik felsefesidir. Veya Suta felsefesi... İktidara biat etme felsefesidir. Oysa stoğa felsefesi en temelde böyle bir monolitik yani tek bir yapı. Mesela epikrosçuluk gibi bir felsefe değil. Epikrosçuluk baştan sona epikrosun felsefesidir. Ve hiçbir dönemde tarihsel olarak epikrosun düşüncelerinin tartışılmadığı bir felsefedir. Örneğin Lucretius milattan önce birinci yüzyılda. Dere Rum Naturasında nesnelerin doğası üzerine de açık açık söylüyor bunu şiirin başındaki günümüze ulaşan en önemli. Epikros'cu Metin o. Ben Epikros'un ayak izlerine takip ediyorum. Bu ne demek? Ben Epikros'un söylediklerini size aktaracağım. Başka hiçbir şey eklemeyeceğim ki kendisinde de o karizma var Epikros'ta. Yani karizmayı şey anlamında kullanıyorum. Etkisi olan bir önder. Mesela Pitagoras'ta da öyledir. Pitagoras'ın da fikirleri Pitagoras'cılar tarafından tartışılmamıştır. Ama şimdi stoğa özeline gelirsek stoğa felsefesi böyle bir felsefe değil. Yani stoğa felsefesindeki Üç tarihsel dönem işte kurucu dönem M.Ö. 4. ve 3. yüzyıl sonra orta dönem M.Ö. 2. ve 1. yüzyıl ve imparatorluk dönemi bizim Senekaların, Marcus Aureliusların, Musonius Rufusların, Epictetusların olduğu dönem. Bu üç farklı dönemde çok farklı yaklaşımlar söz konusudur. Yani sizin herhangi bir konuyla ilgili bakın herhangi bir konu diyorum o kadar çok. genellemenin sorumlu olduğu bir felsefe kulüdür. Örneğin ölüm konusuyla ilgili. Kurucu baba Zenon'un yani Stoğaf felsefesini kuran Kityon, Zenon'un ölümle ilgili fikriyle imparatorluk döneminde Seneca'nın ölümle ilgili fikri %100 örtüş mü? Dolayısıyla bizim popülerleşmede gördüğümüz sorun genelleştirmede kendini gösterir daha çok. Ve burada en büyük çözüm şu. Yani en azından popüler kitaplarla. Popüler yayınlarla Suta felsefesini anlatmak isteyenlere tavsiyem şu. Referans sisteminizi kurmanız lazım. Klasörleme yapmanız lazım. Zeno'nun dediği gibi. Kleantes'in dediği gibi. Epiktetos'un dediği gibi. Veya orta dönemde Panaitios'un dediği gibi. Posidonios'un dediği gibi. Çünkü bu üç farklı dönem yani kuruluş dönemi, orta dönem ve imparatorluk dönemi birbirinden o kadar farklı tarihsel, ekonomik. Siyasal hatta felsefi açıdan öyle farklılıklar içeriyor ki Zenon'la Seneca birbirine benzemeyen stocular. Ve benim şöyle bir esprim vardı bir konferansta söylemiştim. Böyle söyleyince tabii fıkrasına gülünmeyen adam gibi olacağım ama orada hızlı söylerken komikti. Zenon Seneca'yı görse bu adam stocu mu der. Benim vaaz ettiğim felsefenin temsilcisi olamaz bu adam. Kuruluş dönemi... Stoğ felsefesinin içinden neşet ettiği kinik felsefeden izler taşıyan oldukça marjinal görüşleri olan bir felsefedir. Stoğ felsefesi kurulduğunda. Daha böyle kinik felsefeye yaklaşıyor. Tam kinik felsefe kadar rahatsız edici toplumun değerler sistemini yıkmaya başlayan bir felsefe değil ama neredeyse onu ona ramak kalmış. Nitekim Zeno'nun günümüze ulaşmayan Platon'un Politeiası gibi, devleti gibi bir eser yazmış. Onu köpeğin kuyruğuna yazdı diyor Diyogenes Laertios'ta. Böyle bir aktarım var. Köpeğin kuyruğuna yazdı ne demek? Yani kinik felsefenin ucuna yazdı bunu. Hocası çünkü kinik krates. Bu ne demek? Bu çok radikal bir yaklaşım. Bu şu demek aslında. Demek ki Stoğa felsefesi kurulduğunda, ortaya çıktığında kinik felsefenin etkisiyle oldukça toplumsal yaşantıyı reddeden hatta geleneksel değerler sistemini karşısına alan bir ekolken İmparatorluk döneminde Roma İmparatorluğu döneminde yani üzerinden 400 yıl geçtikten sonra 500 yıl geçtikten sonra artık Roma toplumu ile uyuşmayı temel hedef haline gelmiş. Ve Roma toplumu içinde Stoğ felsefesini öğretisini yaşatmaya çalışan bir felsefeye dönüşmüştü. Dolayısıyla Stoğ'cıların dediği gibi ifadesiyle referans gösterilecek fikirler kendi içinde çatışmalıdır. Bu söylediklerinizde şeyi düşünmeye başladım. Varoluşçuluk da esasen herkesin etrafında toplandığı tek bir öğreti değil. Burada bir okuldan bahsetmiyoruz. Varoluşçuluk belki de felsefe yapma biçimi veya sorduğumuz sorularda gördüğümüz bir havadır diyorum. Peki o zaman asıl soru şuna dönmeye başlıyor. Stoici filozoflara bu özellikle 600 yıllık dönem içerisinde bütün öğretilerinin farklılaştığı yerde hala Stoici dememizi sağlayan bazı Şey olması lazım hani Wittgenstein'ın aile benzerliği dediği örnek var ya buradaki aile benzerliğini sağlayan böyle birkaç maddeyle toparlarsak en azından izleyicilerin kafasında bir şablon oluşursa. Ortak patern nedir sizce? Çok güzel bir soru bu arada. Bunun için teşekkür ederim. Buradaki en temel ortak nokta yani fizikte konstant denilen şey. Değişmeden kalan 600 yıl boyunca kabaca. Bana kalırsa fizik ile. etik arasındaki ilişkiye dair olan argümanlardır. Bana kalırsa. Çünkü erken dönem stoğacılar Zenon'dan itibaren yani direkt kurucu babayla birlikte felsefeyi ama daha çok Kleantes ve Chrysippos'la olmuştur. Zenon'da kırıntısı vardır bunun. Felsefi üç ana sahaya ayırma eğilimi vardı çalışma yöntemi olarak. Fizik, etik, mantık. Şimdi işin mantık tarafı yani felsefedeki mantık alanı geç dönemde yani Orta Sutoğa'dan sonra imparatorluk döneminde tümüyle devre dışıdır. Artık stoğacılar mantıkla uğraşmazlar. Mantık biraz daha erken dönemin çalışmalarında kalmıştı. Ama hem kurucu dönemde, kuruluş döneminde hem de imparatorluk döneminde fizikle etik arasındaki ilişki önem bakımından aynı kalmıştı. Ben bunu bir kere hani net bir şekilde söyleyebilirim. Ama şu var, bir takım şeyler de var. Yine değişmeden kalan kimi filozofların veya kimi dönemlerin önemsediği kimi dönemlerin önemsemediği ama alttan alta savunduğu ve düşünmeye devam ettiği bazı unsurlar var. Mesela fizikte stoğaf fiziğinde her şeyin ama her şeyin buna ruh da dahil olmak üzere her şeyin materyalist bir perspektifle değerlendirilmesi. Şimdi çoğu kişi yani işin özüne inmeyenler stoğ felsefesini materyalist bir felsefe olarak görmezler. Oysa stoğ felsefesi materyalist bir felsefedir. Ruh dahil her şey maddeyle açıklanır. Yani insan ruhu mesela yine yeni ele aldığım bir mesele bu benim podcast bölümünde. İnsan ruhu insandan çıkar bedenden yükselir. Yukarıda bir yerlerde eteri de aşar. Atmosferde bir süre dolanır. Bakın fiziksel bir şey. Sonra arada evrene karışır. Fiziksel. Peki her şey fizikselse Tanrı da fiziksel mi? Evet. Tanrı da fiziksel. Her şey. Çünkü orada fizik biliyorsunuz doğa anlamındaki füsis sözcüğünden geliyor. Füsis. Aslında Stoac'larda ortak mesele yine evrenle eşdeğerdir. Orada kast edilen şu benim bir analoji var o da şu kutu analojisi. Evrene kutu gibi bakıyorlar. Her şey kutunun içinde gerçekleşiyor. Tanrılar da burada. O yüzden işte Marcus Aurelius da Epictetus da Seneca da Musonius Rufus da daha erken Panaitios da Posidonius bunlar da orta dönem. Hatta daha erken Chrysippos ve Kleantes de Tanrı'yı da bu evrenin içindeki bir... maddi materyalist bir materyaya ilişkin bir unsur olarak görme eğilimi vardır. Mesela bu değişmez. Hiçbir zaman stoğacılar evrene baktıklarında hepsinin ortak görüşü gibidir neredeyse. Detaylarda şeyler vardır, ayrışmalar vardır. Baktıklarında güneşe, aya, işte efendime söyleyeyim suya, insana, hayvana, bitkiye neye bakarlarsa baksınlar hep evrenin doğal bir parçası olarak görürlerdi. Bir parça. Mesela bu da değişmemiştir. Her zaman böyledir. Ama detaylarda tartışmalar vardır. Ama aynı zamanda burada bir parantez açmak istiyorum. Ben bir filoloğum. Klasik filoloğum. Yani ben kendimi biyografimde felsefeci olarak tanıtan birisi hiçbir zaman olmadım. Benim felsefeye bakışım kaçınılmaz olarak yüksek lisans tezimden itibaren filolojik bir perspektiftir. Ama bu benim mecburiyetimdi. Mecburiydim. Çünkü yüksek lisans tezini... sonra doktoratezini ve diğer akademik çalışmalarımı filolojik perspektif olmadan yapamam. Çünkü benim disiplinim bunu gerektiriyor. Dolayısıyla ben metinler düzleminde düşünmeye teşne birisiyim. Ve buna mecburum aslında. Teşne bile az kalır. Dolayısıyla burada şuna da dikkat çekmek istiyorum. Metinlerin, antik metinlerin bize aktardığı görüşlerin özgünlüğü bile tartışmalıyken bizim burada konstant olarak gördüğümüz, yani değişme sabit olarak gördüğümüz Stoa felsefesinin temel unsurlarına ilişkin kanıtlarımız baştan sona tartışmalıdır, sansasyoneldir. Metinlerin çok büyük bir bölümü günümüze ulaşmadı. Ama biz hep sonraki yazarların aktardıkları ve kendi gündemlerine uygun olarak Aristotelesçi gelenekteki metinler bize ne anlattıysa, Roma dönemindeki Kikero bize ne anlattıysa ve çok şükür İmparatorluk döneminde kendisine Stoacı diyen Marcus Aurelius gibi, Seneca gibi eserler ne anlattıysa. O yüzden onların kaynakları önemlidir. Çünkü doğrudan Stoğacı filozofların eserleridir onların yazdığı eserler. O yüzden önemli. Bütün bu belirsizlikler... İçinde bizim aslında stoğa felsefesine atfettiğimiz fikirlerin özgünlüğü de doğallığı da kendi başına tartışmalıdır. Dolayısıyla burada da bir klasörlemeye gitmemiz lazım. Yani oradaki eklektik tavrı göz önünde bulundurmazsanız veyahut eserin bağlamını göz önünde bulundurmazsanız stoğa felsefesi diye aslında başta belirttiğim stoğa felsefesinden beklentinize uygun olan şeyi çıkarabilmek için o tohumu alır kafanıza göre işleyebilirsiniz. O zaman diğer sorum da bu popülerleşme meselesiyle ilgili ve sürekli Twitter'da da rastladığım bir tartışma. Kısaca bu konuda da fikrinizi almak istiyorum. Stoğacılığın antik çağın kişisel gelişimi gibi görülmesine dair böyle sosyal medyada dönen bir muhabbet var. Mutlaka rastlamışsınızdır. Aslında bunun böyle olmadığını burada bir esaslı bir fizik anlayışının olduğunu bir doğa kavrayışının olduğunu vurguladınız ama siz bu tarz tweetleri söylemleri gördüğünüzde bu söylemlerde bulunan insanların bazılarının da felsefeci olduğunu ben de rastlıyorum. Yani burada bir teselli teması hakikaten var. İzleyicilerin ya da felsefede uzman olmayan okuyucuların oradan teselli temasını alıyor olması bilgisizlikten, eksik bilgiden kaynaklanıyor olabilir ama siz de takdir edersiniz ki Metin de sanki buna biraz alan açıyor. Şimdi bu mesele benim de karşıma çok geliyor. Stowa felsefesiyle ilgili. Gittim konferanslarda konuşma yaparken konuşmanızdan çok etkilendim diyen kişilerin yani büyük bir bölümü kişisel gelişim tarzı kısımlarını beğenmiş oluyor. Yani çok detaylı fiziksel açıklamaları veya etikle ilgili temel argümanları çok önemsediklerini görmedim. Bunun için de zaten gerçekten detaylı düşünen bir kafa yapısına ve biraz bilgi birikimine ihtiyaç var. Temelde bunun kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum ama aynı zamanda şunu da öncelikle söylemek istiyorum. dinden fazla yerin dibine sokulduğunu düşünüyorum. Aslında kişisel gelişimimle stoğa felsefesinin örtüştüğü gerçekten bazı noktalar var. Ama burada bu temel mesele sadece stoğa felsefesiyle ilgili değil. Şöyle ki şimdi malum olduğu üzere Sokrates ile birlikte felsefe tarihine bir kırılma yaşanıyor. Kikero'nun Tuskulunay Disputationes yani Tuskulun tartışmalarının bir yerinde Sokrates'in ne yaptığıyla ilgili Yani nasıl bir kırılma yarattığıyla ilgili bize bir cümlesi var. O da şu. Sokrates felsefi gökyüzünden yere indi. Bu aslında Hales'te başlayan doğa araştırmalarının veya doğa çalışmalarının ona gökyüzü gözlemi dahil. Büyük ölçüde geri plana itilip onun yerine insan ilişkilerinin hatta insanın yapısından başlayarak insanın nasıl bir insan olması gerektiğinden başlayarak. insanın insanla, insanın toplumla ilişkilerinin düzenlenmesi açısından felsefenin daha çok bu alana yönelmesi bir gereklilik olarak karşımıza gelmiştir Sokrates'le birlikte. Şimdi bunu neden söyledim? Şu yüzden Sokrates sonrasında, Aristoteles'in yaşadığı dönemde ve Aristoteles'den hemen sonra aslında bütün felsefe ekolleri Sokratiktir, Sokratesçidir. Buna Epikrosçuluğu da dahil edebiliriz, Stoacılığın kendisini de dahil edebiliriz. Hatta... Kısmen akademiyacıları da dahil edebiliriz. Hatta Aristoteles'ci geleneğin sürdürücüsü peripatetikleri de dahil edebiliriz. Onların görüşlerinde de zaten bugün kişisel gelişim kitaplarında gördüğünüz tarzda sizin yaşamınızı nasıl düzenlemeniz gerektiğine veyahut nasıl tatmin edici bir yaşam sürebileceğiniz ilişkin öğütler vardı. Yani bu öğütler Thales'te, Anaximandros'ta, Anaximenes'te bulamayacağınız öğütler. Mesela atomcu felsefede demokritos'a atfedilen bir takım yaşama ilişkin işte şöyle ol erdemli ol yalan söyleme işte eşine sadık ol şunu yap bunu yap gibi bu yaşama ilişkin öğütler uydurma öğütlerdir. Daha sonraki yüzyıllarda uydurulmuştur. Ama sütalı felsefesinin etik kanadı yani erdemi en yüce iyi olarak sayan bu da bir konstanttır değişmeyen bir şeydir. Her dönemde sütalıcıların benimsediği bir ilkedir. Doğanın rehberliğinde erdemi en yüce iyi saymak kaçınılmaz olarak size erdemli yaşamın mutlu yaşam olduğu gerçeğini hatırlatıyor. Ve dolayısıyla size korkudan, cinsel şehvetten veya bir şeyi herhangi bir şeyi aşırı arzulamadan uzak tutacak olan her şeyi yapmanızı ve bunun da yolunun sadece erdemli yaşam olduğunu söylüyor. Şimdi burada herhangi bir kişisel gelişim kitabında sizi erdemli yaşamaya... Sevkeden sözlerle Seneca'nın örneğin ahlak mektuplarında veya Epictetus'un Dissertationes'inde bu söylevlerinde karşımıza çıkan öğütler... üst üste gelebilir, örtüşebilir. Dolayısıyla ben stoğa felsefesine bu kişisel gelişim felsefesi diyerek ithamda bulunan bir kişinin sözünü kötüye almam, kötüye yorumlamam. Çünkü gerçeklik payı var. Yani özellikle de imparatorluk dönemi ama. Mesela imparatorluk döneminden önceki stoğa felsefesinde etik ön plandadır yine. Ama orada çok güçlü bir doğa fiziği vardır. Yani doğaya ilişkin. Fiziksel bir akıl yürütme vardı. Bu noktada geçenlerde ben kişisel gelişim hakkında bir video yaptım. Oradan bir referansla devam edip diğer soruya bağlayacağım. Bireycilik konusuna. Şimdi ben kişisel gelişimin genelde neden işe yaramadığı veya akademik çevrelerden, işte felsefeden, sosyolojiden veya psikolojiden aldığı eleştirilerin odağında şunun olduğunu gördüm. Kişisel gelişim kitaplarından... mutluluk gibi bir meseleden bahsediyorsak, stres gibi bir meseleden bahsediyorsak bunlar hep birey odaklı kuruluyor. Mutsuzsan sen mutsuzsun, mutlu olmak senin elinde. Stresliysen stresten kurtulmak senin elinde. Ben de o videoda dedim ki bunlar doğru, kısmen doğru. Mutlu olmanın, anlamlı bir hayat sürmenin, stresten kaçınmanın benim üzerime düşen bazı yanları var. Evet ama genellikle beni mutsuz eden nedenler... Bireysel değil, yapısal nedenler. Ve bu yapısal nedenler sosyolojik, politik bağlamda incelenmediği takdirde ya da biyolojik, psikolojik açıdan incelenmediği takdirde biraz havada kalıyor. Ve kişisel gelişim kitaplarının bu denli bir şekilde nefretin odağında olması konusu da bu eksik bağlamın esasen kişilerin üzerine ciddi bir yük bindirmesi olduğunu düşünüyorum ben. Yani toplumda bazı problemler var. Sosyolojik açıdan yaşadığımız, görebileceğimiz nedenler var ve bunların her birinde faili karartarak mutluluğumun, mutsuzluğumun bütünüyle benim elimde olduğunun söylenmesi sanki böyle bir politik kandırmacaymış gibi gözükebiliyor. Şimdi burada kişisel gelişimde olduğu gibi stoğucular da benzer bir eleştirinin odağında gibi gözüküyor. Arı kovanı için iyi olmayan arı için de iyi olamaz. Mesela sen orada bir toplumsallık... bağlamı var. Yani tamamen birey odaklı kurulan bireylerin yan yana geldiği ve kendi dünyalarında yaşadığı bir anlayıştan bahsetmiyor Marcus Aurelius. Ama bizler Stoji metinlere baktığımızda sanki her şeyin sadece benim elimde olduğu ve kendi hayatıma bencil bir şekilde odaklandığımda bütün dünyamı değiştirebileceğime dair bir yorum görme arayışındayız. Ama bunun arkasında çok katmanlı yapılar var. Tabii bu liberal anlatıyla da ilişkili değil mi? Yani bireysellik anlatısının çağa hakim olmasıyla ilgili. Şimdi bu gibi durumlarda stoğacılığa getirilen en sık gördüğüm eleştirilerden biri de bu. Sanki kişilerin duygularını kontrolüne alması mümkünmüş gibi, salt rasyonel bir yaşam sürmemiz mümkünmüş gibi gerçekçi olmayan bir etik yaşam anlatısı mı var orada? Siz nasıl bakıyorsunuz buna? Yani Stolcılığa dair yöneltilen bu bireysellik eleştirisinin haklı olan yanları var mı yoksa tamamen bir yanlış yorumlama mı? Tamamıyla yanlış bir yorumlama. Şöyle ki, diğer eserleri saymıyorum. Sadece Marcus Aurelius'un kendime düşüncelerinde bahsettiğiniz o alıntı oradan bu minvalde birçok şey söyleniyor. Kaldı ki adamın kendisi imparator. Yani sorumlu olduğu bir imparatorluk var. Yani yönetmesi gereken bir insanlar topluluğu. Ve orada stoğa felsefesinin bu orta ve erken dönem stoğa felsefesinde de karşımıza çıkan bir ideal aslında. Sadece bireyin kişisel gelişimiyle ilgili bir öğretiyle karşı karşıya olmadığımızı şuradan anlayabiliriz. Az önce bahsettiğim işte yine aynı yere geldik. Stoğa fiziği olmayınca arka... Zeminde üstüne kurulan o etik anlayış bu kadar temelsiz olup eleştirilebiliyor. Arkadaki o stoğ fiziği bize anlatıyor ki o verdiğiniz örnek de çok güzeldi. İşte petek ve ara ilişkisi. İnsan ve diğer her şey bu evrenin bir parçasıdır. Ve bu parça bir autarkia denilen Yunanca'da bir kendi kendini yöneten parçalara ihtiyaç duyar. Ama... Hiçbir parça sadece kendisi için değildir. Her parça diğer parçalarla bir araya gelerek bir bütünlük oluşturur. Bu bütünlüğün en büyük katmanı evrendir. Bu bütünlüğün ikinci katmanı yaşadığımız toplumdur. Bunu Marcus Aurelius ısrarlı bir şekilde söyler. Mesela ben hem imparatorum der hem de sıradan bir insanım der. Yani evrenin bir parçası ve ülkenin imparatoru. Oradaki toplumsal ve evrensel roller iç içe girer. Dolayısıyla stoğaf felsefesi sadece kişisel gelişimi hedeflemez. Ama insanın özel bir rolü var burada. Yine sizin gündeminizde olan rasyonellik çerçevesinde düşünürsek. Virtus ad bene vivendum seipsa Kontenta est diyor Zenon kurucu baba. Definibus'ta Kikero'nun 52779'da. O ne demek? İyi bir yaşam için erdem kendi başına yeterlidir. Değil mi? Oradaki virtus yani erdem aslında evrendeki her bir parçanın kendisine doğa tarafından verilen rolü uygun bir şekilde gerçekleştirmesi ve dolayısıyla kendisi için doğal olanın Aynı zamanda evren içinde doğal olduğunu göstermesi için bir fırsattır. Dolayısıyla buradan şuraya varıyoruz. İnsan sadece kişisel olarak kendini geliştirmeyecek. Yani doğanın rehberliğinde erdemli bir yaşam sürmeyecek. Aynı zamanda az önce bahsettiğimiz işte korku, keder, aşırı mutluluk, aşırı istek, libidodan uzaklaşarak bir ruh dinginliğine erişecek. Ve o ruh dinginliği sayesinde... ne yapacak? İçinde bulunduğu topluma da bir huzur verecek. Bu çok önemlidir. Dolayısıyla Stoğa felsefesi, şimdi tabii kişisel gelişim diye, şeyin, Cervantes'in Don Quixote'u gibi, Don Quixote'u gibi böyle bir, olmayan hayali bir düşman, kişisel gelişim düşmanı yaratıp da konuşmak çok doğru gelmiyor bana. Ama herhangi bir kişisel gelişim kitabında sadece bireyin kişisel gelişiminden bahsediliyorsa, Bu stoğa felsefesine benzeyen bir yaklaşım değil. Dolayısıyla burada toplumsallık da ön planda. Ama yine burada bir farklılıktan söz etmek istiyorum. Bireyin aynı zamanda toplumdaki yerinin uyumlu olması ve uygun olması, topluma uygun olması anlayışı nispeten imparatorluk dönemine özgüdür. Yani orada bir Roma etkisi var, Roma filtresi var. Roma'nın Siyasal toplumsal yapısına uygun bir felsefi ekole dönüştüğü için bu görüşler Seneca'da Mark Sorelli Usta ve Epictetus'ta öne çıkmıştır. Oysa az önce de dediğim gibi stoğa felsefesinin kuruluşunda bu kadar mevcut toplumsal düzene uygunluk bireyin toplumsal yaşamı uygun bir şekilde yaşaması gerektiği fikri baskın değildi. Aksine Zeno'nun günümüze ulaşmayan Politeia adlı eserinde bir Ütopya anlatıldığı söyleniyor. Platon'un devleti gibi bir bilgeler toplumunu özlüyordu. Tıpkı kinikler gibi topluma eleştiri getiriyordu. Dolayısıyla burada Stoğa felsefesinin özellikle de tarihsel ve sosyal ve siyasi nedenlerden ötürü Orta Stoğa ve İmparatorluk döneminde daha toplumcu bir yaklaşıma doğru evrildiğini söylemek mümkündür. Kandinsky'nin bir sözü var, her sanatçı kendi çağının çocuğudur diye. Yani her filozofu ve her metni incelerken onu o tarihsel bağlamdan kopardığımızda bambaşka yanlış yorumlara gitmek kaçınılmaz oluyor. Buradan sonra tek aklımda bir şey kaldı. Az önce biraz vurgulamaya çalıştım ama belki bunu üzerine konuşarak kapatabiliriz yayını. Şu duygu akıl arasında yapılan ayrım meselesi yine çok konuşulan, çok eleştirilen şeylerden biri. Hatta ben size bunu daha önce attığım sorularda vardı. Feminist okuma stoğuculuğun bir eleştirisini yapıyor. Özellikle işte erkeklerin duygularını bu denli bastırıyor olması ve duygularından, daha doğrusu duyguları bastırmaya yöneltilmesi stoğucu felsefe tarafından. Ata erkeği güçlendiren, kadına şiddeti güçlendiren bir tavır olarak da yorumlanıyor. Şimdi feminist dokunmanın ne dediği çok önemli değil belki şu an. Özellikle bu bağlamı açmak zor olacak. Onu katman katman tartışmak gerekir ama en azından akıl duygu arasında yapılan bu ayrımın insan için ne kadar mümkün olduğu ve böylesi bir ayrımı salık veriyor olmanın olası tehlikeleri konusunda ne düşündüğünüzü sorarak bitirmek istedim. Şimdi akıl. diyoruz değil mi logos Yunancası ile latincesi ile rahatıyor Neden akılla duygular arasında bir çelişki gördüler Hatta ki keronun de şeyde tuskan ayda ve diz bu şeyde definibus da Sıranlı bir şekilde stoğacı karakterine söylettiği gibi duygular morbus animidir diyor Ruhun hastalığıdır. Orada stoacı karakter bunu söylüyor. Şimdi bu az önce bahsettiğim dört temel, çünkü bunlara dört temel kusur deniyor. Korku, keder, aşırı sevinç ve aşırı istek. Şimdi bunun, dikkat ederseniz, bu dört mesele aslında stoacılara aklın yokluğunun bir göstergesi olarak görünüyor. Bunun da temel nedeni stoa fiziğinde bulunabilir. Bence bulunuyor. Biraz daha mütevazı konuşmayayım. Bence bu bulunuyor. Bulunabilir. Az kaldı. Neden? Çünkü Stoğacılara göre evren bir bütün halinde tanrısal aklın nüfuz ettiği bir bütün. Benim analojimle bir kutu. Ve tanrısal akıl dediğimiz şey tüm evrene nüfuz etmiştir. Ve Stoğacılar neredeyse her dönemde, dikkat edelim, kurucularda, orta dönem ve imparatorluk döneminde... Bu tanrısal aklın yeryüzünde ona yaklaşabilecek tek örneğinin insan olduğunu düşünmüşlerdir. Ne hayvan ne bitki ne de cansız unsurlarda böyle bir akıl var. Bu tanrıların aklına yaklaşan bir akıl. Dolayısıyla nasıl ki evrenini düzenleyen ordorerum dedikleri her şeyin düzenini sağlayan bir tanrısal akıl varsa nasıl ki yine sizin o... evrensel veya kozmik ereksellik bağlamında değerlendirirsek sizin belirttiğiniz o metinde, tüm evreni yöneten bir tanrısal irade varsa, bir providentia varsa, yani her şeyi önceden öngören tanrısal bir akıl varsa, insanda da tıpkı Platoncuların savunduğu gibi, onlardan önce Teborasçıların savunduğu gibi, bedeni yöneten bir ruh ve o ruhun özünde bulunan bir akıl var. Eğer insan bu dünya yeryüzündeki diğer hayvanlarla, bitkilerle veya diğer cansız unsurlarla paylaştığı bu dünyada kendi bedenini ve yaşamını düzenleyen tıpkı o tanrısal aklın evreni düzenlemesi gibi, kendindeki özünde bulunan o aklı bırakıp o aklın devre dışı anlamına gelen duygularına teslim olursa, Mesela herhangi bir şeyden aşırı derecede korkarsa veya herhangi bir şeyi aşırı derecede isterse beni ilgilendirmez kardeşim. Ben bu sene Galatasaray'ın şampiyon olmasını istiyorum. Puan farkı açılmış 50 olmuş diyelim. İstiyorum. Bunu diyorsan imkansız bir şey istiyorsun. Bunun gibi şu an kabaca bir örnek. Veya aşırı korkuyorsan, aşırı mutluluk halindeysen bir şeye aha burada kupa var deyip aşırı derecede seviniyorsan kendini kaybedecek kadar. Bu durumda kaybedeceğin çok önemli bir şey var diyor Seneca. O da tranquillitas animidir. Yani ruh dinginliğidir. Huzurdur. Dolayısıyla akıl huzurun garantisidir. Garantörüdür. Eğer akıl devre dışı bırakılırsa huzursuzluk baş gösterir. Ve huzursuzluğun olduğu yerde düzen yoktur. Nitekim burada bir evren analojisi başlıyor. Mesela... Marcus Aurelius diyor ki göksel cisimlere bakın diyor. Tabii ki onun göksel cisimler dediği uzaydaki bizim gördüğümüz cisimler. Göksel demesi göğe bakmasından aslında. Göksel cisimlerin hareketi hep düzenli. Bütün cisimler kendi rotalarında ilerliyor. Hiçbiri hadi bu gece gideyim de mesela Jupiter bu gece gideyim de Satürn'e çarpayım demiyor. Kafasına göre hareket etmiyor. Kurulu bir düzen var. O kurulu düzenin içinde bir... huzur var. Bir ahenk var. Bu makrokozmos olarak mikrokozmos olan insana bir örnekli teşkil edilir. Dolayısıyla benim bedenimdeki uzuvlardan birisi kendi başına hareket ettiğinde nasıl benim bedensel yapımı bozacaksa aynı şekilde beden ve ruhtan oluşan dualist yaklaşıyorlar. Beden ve ruhtan oluşan insanda da ruh eşittir. Akıl ise yani daha doğrusu ruhun özündeki temel mesele akılsa temel unsur o aklın devre dışı bırakılması ve ruhun veya zihnin ki orada mesela Seneca, Animus'la Mence'i eşit görüyor. Mence üniversi, Mence hoministler. Yani evrenin zihni, insanın zihni. Yani evrenin, evrendeki tanrısal akıl insandaki tanrısal akıl. Dolayısıyla evrendeki tanrısal akıl nasıl düzeni sağlıyorsa insandaki akılda, insandaki düzeni sağlamalıdır. Bunun için her dönemde değil ama... Sıkı bir disiplinden, daha gevşek bir disipline doğru bir evrimden bahsedebiliriz. Yine tarihsel bir değişim var bu noktada. Erken dönem stoğacıları aklın yerini daha güçlü bir şekilde, daha sağlam bir şekilde savunurken, ideal bilginin daha katı bir bilgi olduğunu düşünüyorlardı. Yani duygulara, tutkulara karşı daha sertti. Mesela Zeno'nun bilgesi çok serttir. Kleantes'in bilgesi çok serttir, tavizsizdir. Ve sen o noktaya gelmediğin sürece, duygularını tümüyle bastırmadığın sürece bilgi sayılmazsın. Zor bir hedeftir. İmkansız bir hedef neredeyse. Ama az önce bahsettiğimiz gibi orta dönemden itibaren Roma filtresi girmeye başlıyor. Ve artık stoğaf felsefesinin ideal bilgisi duygularından tümüyle arınmış adeta bir felsefe tarihçisinin bahsettiği benzetmesi geliyor aklıma. Zombi gibi. Zombi gibi bir... bilge değildir artık Seneka'nın bilgesi. Ama kendi tabiriyle bir progrediens'dir. Yani bilgelik yolunda ilerleyen. Yani duygularını tümüyle bastıramamıştır. Korkularını tümüyle yenememiştir. Ama yenmesi yenmek için mücadele edendir. Bu yüzden insanların en temelde bütün söylediklerimi toparlarsam insanın özellikle de geç dönem stoğa felsefesinde ruh ruh dinginliğini koruyabilmesi için duygularını ve tutkularını hatosu Yunancası ile patos hem tutku demektir hem de hastalıktır Çünkü insanın pasifliğini ifade eden bastırması gerekmek insan ruh dinginliği için aklını düşüp aklı devre dışı bırakmadan aksine aklını merkeze koyarak duygularını bastırmalı doğanın rehberliğinde Erdemli bir yaşam sürmelidir. Ve dünyaya ait olan her şeyi küçümsemelidir. Kalihin verdiği her şeyi küçümsemelidir. Buna eş dahildir, çocuk dahildir, mal mülk dahildir. Hatta bütün bunları bırakın diyorum. Bunu Senekada söylüyor. İnsanın bedeni bile buna dahil. Nitekim ölüm cezası verildiğinde, idam cezası verildiğinde yalvarmayacaksın diyor. Ne yapacaksın? Buyur kafamı koparabilirsin diyor. Eski Türk filmlerindeki gibi. Bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla. Burada tabii ruhçu bir öğreti var. Yani Platon'a ve Pythagoras'cılığa uzanan çünkü ölse de o ruh her zaman kalacak. Sokrates diyor ya Apologion'un sonunda ben gidiyorum geride kalan sizlerin durumu mu kötü yoksa benim durumum mu daha kötü? Göreceğiz diyor. Bu anlatıda bir yandan da şeyi canlandırıyorum. Böyle bir zaman makinası olsaydı Ve Seneka gibi stolcu filozoflar evrimsel biyoloji, evrimsel psikoloji, bilissel bilimlerdeki insanın davranış mekanizmasının altında yatan çoklu unsurların okuma şansı olsaydı şu akıl merkezli insanı yorumlama biçimi konusunda epey şaşırırlardı. Çünkü rasyonel insanın neredeyse tamamen rasyonel bir insanın mit olduğunu söyleyebiliriz değil mi? Davranışlarımızın altında yatan çoklu mekanizmalar var. Ama siz konuşurken aklıma şöyle bir şey geldi. Bu da muhtemelen kesin yapılmıştır akademik camia içerisinde de. Budizm. Şimdi Budizm'de de dünyaya dair, dünyasal yaşama dair her şey maya olarak, bir yanılsama olarak kabul edildikten sonra esasen Budist meditasyonun da temelinde duyguların askıya alınması var. Ama orada bir farklılık var. Aklın da askıya alınması var Budizm'de. Yani biz meditasyona oturduğumuzda hem duyguların ve dünyevi yaşamın bir yanılsam olduğunu, aynı zamanda aklın da bir yanılsam olduğunu söyleriz. Yani Buda'nın temel metinlerinde gördüğümüz şey en azından bu. Stoncilerle Budizm'in paralel okumasını yapmaya çalışan kişiler olduğunu görüyorum. Muhakkak bu alanda yapılan kitaplar vardır. Siz konuşurken aklıma çok temel bir farklılık baba alamda geldi. Çünkü Budizm kurgusunda beden var, zihin akıl var, bir de ruh var. Ve esasen... akıl da aşılması gereken bir şeyken stoğucularda bedeniniz gitse bile orada geriye kalacak tek şey evrensel, kozmik akıl ve kozmik akıldan pay alan benim dediğimde o aklın merkezliğini hiç kaybetmemiş olduk. Bu dediğiniz çok güzel. Budizmle alakalı olarak mesela Vernon Arnold'un Roman Stoicism kitabının giriş bölümünde stoğa felsefesini etkileyen dinler ve öğretiler diye bir bölüm var uzun uzun anlatıyor. Orada Budizm de var. Muhtemelen etkilenmiştir. Yani ben hatta geçen sene Tarsus'tan bir konferansta Stoğaf felsefesini etkileyen ön inanışlar konulu bir konuşma yapmıştım. Keldanilik var işte Babil. Astronomisi var, Mısır bilimi var, varoğlu var. Yani stoğaf felsefesi gökten zembillenmiş oluşmuş değil. Ama aynı zamanda aklın asla devre dışı bırakılmaması gerektiğini düşünen, bunu varsayan Yunan felsefesi de var. Etkileyen tabii ki doğal olarak. Dolayısıyla bizim logosu veya radyoyu Budizm'de bahsettiğiniz gibi devre dışı bırakma şansımız yok Yunan felsefesi açısından. Dolayısıyla burada... bir stoğaf felsefesi özelliğinde kozmik akıl ve o kozmik ereksellik ben ereğe mesela kendi çevirimde kikero definibus bonorum et malorum da gaye diye çevirdim. Çünkü gaye erekten daha çok şey anlatıyor bana. Evrende bir gaye varsa eğer bir providentia varsa yani tanrısal öngörü varsa o tanrısal öngörüye uygun olarak işleyen bir evren var demektir. Bu yüzden hiçbir şey tesadüf veya şansa bırakılamaz. Zaten tüm antik literatür, buna sadece storacıları katmıyorum, tüm antik literatür, felsefe literatürü rastgele olanla, akli olan arasındaki zıtlığa sırarlı bir şekilde vurgu yapar. Dolayısıyla insanın aklını devre dışı bırakmadan sürekli ilerlemesi gerekmektedir. Bu yüzden Seneca'nın bir mektubunda şöyle bir şey vardır. Bilge her zaman eşit adımlarla ilerleyecek demiyorum. Ama her zaman aynı yolda ilerleyecek diyorum. Yani artık bizim o ilk stoğacıların kıtı tüm duygularından arınmış. Zombi gibi bir bilge idealini savunmadığını görüyoruz Senek'in. Nitekim yanlış hatırlamıyorsam 76. mektupta da şöyle diyordu. Ne kadar ilerleyebilirim diye soruyorsun ey Lukilius. Hedef Lucullus. İlerlemeyi ne kadar denersen o kadar ilerlersin. Ne duruyorsun rastlantıyla bilgi olmak kimseye nasip olmamıştır. Bence imparatorluk dönemi ideal bilgesinin aklı referans alarak, aklı kendisine hedef alarak ki o aslında doğayla eşitlenir, doğayı referans alarak ilerlemesi gerektiğiyle ilgili muazzam bir özettir. Yani erdemli bir insan olamayabiliriz. Kusursuz bir insan olamayabiliriz. Ama sevgili dostlar, erdemli bir insan olmaya çalışabiliriz. En azından benim stoğ felsefesinden öğrendiğim bu. Feminist okumalardan bahsettiniz. Ben de bir şeyler okudum ama çok detaylı girmeyeyim artık. Sadece şunu söyleyeceğim. Yani sadece stoğcılık değil. Tüm felsefe kolleri. Bugünün bakış açısıyla zaten cinsiyetçi diyebileceğimiz bir yaklaşım tarzına sahip. Yani tüm antik çağıyla aslında. Sizin tabirinizle erkeklerin kadınlar üzerinde duygusuz manipülatör olmaları için stoğaf el sebesine ihtiyaç yok. Hatta tarihte ve edebiyatta anlatılanlara, yaşamımda gördüklerime göre erkekler arasındaki duygulu manipülatör oranı hiç de azımsanmayacak gibidir. Eğer duygusuz manipülatör olma yönünde, Suta felsefesinin yani insanları duygusuz manipülatör yapma yönünde etkisi varsa bunu bilmiyorum. Ama onlar sadece kadınlara karşı duygusuz manipülatör değillerdi. Tüm evrene karşı duygusuz manipülatörlerdi. Bunu unutmamak lazım. Yani adamın canını almak üzere, bırakın kadına davranışını, bedenine, canına, canını alacakları zaman bunu benden alabilirsiniz diyor. Çünkü o beden bana ait değil. Omnia mea bona mecum porto diyor. Yani bana ait olan iyi şeyleri ben ruhumda taşıyorum. Kendimde taşıyorum. Beni öldürdüğünüz zaman ölümsüz ruhum sonsuza dek yaşayacak. Sen bir tiran olarak benim canımı alabilirsin diyor. Dolayısıyla hayata böyle bakan bir kafa yapısının herhangi bir konuda duygulu olması mümkün değildir. Ama tabii... Bu mümkün mü? Açıkçası mümkün olduğunu düşünmüyorum. Çünkü Stoğacı filozoflarının hayatlarını okuyoruz şeyde, Diogenes'le Ertios'ta. Mesela Chrysippus'u düşünün. Yani oldukça kibirli bir adammış. Aslında Stoğacı felsefesi kibri her zaman eleştirir. Yani dolayısıyla Stoğacı filozoflar ne kadar Stoğacı'ydı bunu büyük bir tartışma meselesi olarak masaya yatırabiliriz. Şöyle bir şey söylediniz. Antik Yunan'da... hep logos vardı. Bütün filozoflarda logos vardı. Çünkü bir gaye vardı gibi bir konuşma vardı. Esasen ben teleolojik olmayan ontolojileriyle ilgileniyorum. Mesela Hinduizm'de bir teleoloji yok. Orada bir düzen var ama bir yere gitmiyor. Bir gaye yok. Ve onunla ilişkilendirme çalışmalarımda Heraklitos benim için biraz farklı bir ışık kaynağıydı. Yani Heraklitos'ta logos var ama bir gaye yok. O yüzden antik Yunan düşünürlerinde, stojları da içine kattıktan sonra bir tek Heraklitos'un ben istisnai olabileceğini düşünüyordum. Siz şimdi bütün antik Yunan düşünürlerinde gaye ve akıl vardır deyince birden onu merak ettim. Heraklitos fragmanlar çevirim için bütün Heraklitos külliyatını elimden geçirdim. Yunanca ve Latince. Zaten yayınladığım Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'ndan. Şurada bir yerde vardır herhalde. Herakleitos benim için çok önemli bir filozof. Daha kısa bir anekdot. Tarsus'ta konuşurken bir felsefeci benim tepkime verdiğim, bu yanlış falan tepkime, aa bak Stoic'lar falan filan değil, Stoic'lar sakin olamıyormuş falan deyince ben Stoic'i değilim demiştim. Ben Herakleitos'cuyum demiştim. Gerçekte kendimi Herakleitos'cu olarak da değerlendirecek kadar Herakleitos'cu çok önemserim. Herakleitos'un logosu aslında kendi içinde gayeli bir logosudur. Çünkü kendisini ısrarlı bir şekilde tabii biliyorsunuz Herakleitos karanlık filozof. Yani söyledikleri yoruma açıktır. Böyle kısa kısa anekdo şeyler sözler haline günümüze ulaşmış. Ve güvenilir olmayan fragmanlar aslında çoğunluğu. Ama anladığımız kadarıyla külliyata baktığımızda Herakleitos'un logosu tüm evreni saran düzenle alakalıdır. İnen ve çıkan yol bir ve aynıdır derken birbirine zıt görünen unsurlar da dahil olmak üzere her şey ama her şey belli bir düzene göre gerçekleşiyor. Düzenin olmadığı yeri eleştirmiştir. Buna Efesos çok net dahildir politik ortam açısından. Bu fragmanların içinde hep şu vardır. Bir logos dünyadaki bütün işleyişi sağlıyor. Hatta bize haksız bakın bunu mesela stovacılara miras kalmış bir düşüncedir. Haksızlıklar olmasaydı adaletin adı bilinmezdi diyor. Ateş fikri de mesela aynı şekilde. Yani ateş bir gün gelecek ve her şeyi yargılayacak derken Herakliyatos evrensel düzen içinde doğa yasalarının gereği olarak bir düzen işliyor. Ve onun gereği olarak düşmesi gereken taş düşeceği yere düşecek. Ve bunu kimse engelleyemeyecek. Doğrudan Herakliyatos diyor ki evrende bir gaya vardır. Dolayısıyla önemli buluyorum bunu. Yok şöyle bir şey. Ayrımını yapmak ihtiyacı hissettim. Evrende bir düzen vardır ve buradaki gaye düzenin kendisidir başka bir şey. Bu düzenin yöneldiği bir gaye vardır başka bir şey sanırım. Şimdi teleoloji ikincisi. Yani mesela Yahudi inancına baktığınızda, Hristiyan anlatıya baktığınızda burada var olan düzenin ya da bu bütün kozmik yapının bir amacı var değil mi? Bir gayesi var. Bu bağlamda bir gaye Heraklitos'ta... Bence yok. Çünkü fragmanlardan bir tanesi. Tabii bu anlamda yok. Çünkü orada gaye derken kastettiğim şey şuydu. İşte mesela zamanın hükümranlığını bir çocuğun oyununa benzetilmesi. Bir çocuk oyunu belirli bir plana göre ulaşan bir yani tek bir gayeye göre yapmaz ya. Orada esas olan şey süreçtir ve oyun kendi kurallarından mütevellit kurulur. Bu mesela tamamen Doğu felsefesinde de olan şey. İşte Hinduizm'de de bu özellikle Şiva dans ediyor. Dans ettikçe evreni yıkıp... ve yaratıyor ve bu sürecin kendisinde bir akıl var çünkü tanrılar var orada düzeni kuranlar var ama sürecin gittiği bir gaye yok. Şimdi Stoğacılarda ve Heraklitos arasında benim okumamda gördüğüm şey ikisinde de düzen var ama Heraklitos'ta bu düzen gayenin kendisi. Yani bu düzenin ekstra gittiği bir gaye yok. Dışsal bir gaye gibi. Tabii tabii. Farklılıktan bahsetmiştim. Aynı görüşteyim. Tamam. Yanlış mı yorumladım acaba? Yok aynı görüşteyim. Doğru. Ama Herakleitos'la ilgili çok yine filologluğumu göstermek zorundayım. O kadar şeyi bilmiyoruz. Bilmiyoruz. Yani gerçekten spekülasyon. Mesela ben Tales fragmanlar çevirmeyi yayınladım. Çok kapsamlı açıklamalar var içinde. Bir felsefe hocam beni aradı. Ya Cengiz ne gördün Tales'te dedi. Hocam hiçbir şey bilmediğimizi gördüm dedi. Bu bilgi. Hiçbir şey bilmiyoruz. Aristoteles bile bilmiyor ki Tales'i doğrudur üstü. Yani. Thales'in kitapları Aristoteles'e bile ulaşmamış. O kadar. Yani bizim suyunun suyu. Hele ki Herakleitos çok karanlık. Yani sözleri her türlü yorum açık. Ama bizim burada sizinle hani buluştuğumuz noktaya karşı çıkan birileri olursa da olabilir. Yani o tarz yorumları da açığım. Çünkü dediğim gibi çok belirsiz. Eksikliğimiz çok fazla. O çocuk ve zamanın hükümranlığı meselesini ben de Nietzsche'nin yorumunu kullanarak zaten aldım. Yani Nietzsche bu şekilde yorumladığı ve bana çok makul geldiği ve kendi daha doğrusu felsefi görüşüme de uygun bulduğum için de ister istemez bir önyargıyla okuyorum. William James'in bir sözü var ya herkes düşündüğünü zanneder ama yaptığımız tek şey önyargılarımızı yeniden düzenlemektir diye. Dolayısıyla Heraklitos'a baktığımda ben hala ereksel olmayan bir kozmoloji anlayışıyla okumak istediğim için onu görüyor da olabilirim. Güzel görmüşsünüz, güzel yakalamışsınız. Çok doğru. Ama stoğacılık da direkt bir ereksel. Yani bu olmadan zaten yeryüzündeki hiçbir şey açıklanamaz stoğacılara göre. Yani neden ölüyoruz mesela? Neden kötülük diyebildiğimiz şeyler var? Mesela bazen sorulur bu teodisin sorunu nasıl çözdüler? Onların böyle bir sorunu yoktu ki. Hiçbir zaman teodisi gibi bir sorunları olmadı. Yer hüznünde neden kötülük var? Kötülük olarak görmüyor ki. O başından itibaren evrensel düzenin bir parçası olarak görüyor ve dünyevi olanı reddediyor zaten. Zaten tam da bu bağlam muhtemelen Hristiyanlık'la birlikte stoik etiğin alttan alta sürmesini sağlayan şeylerden bir tanesi. Yani hem bir amaçlılık anlatısı var. Hem bir iyi kötüsünün belirlenmesi hem de insanın özgür iradesiyle seçim yapabilme kapasitesi meselesi var. Ama bu akan felsefe tarihinin bu akışının sanki başka bir akışı işte Heraklitos'un, Spinoza'nın sonrasında Nietzsche'nin temsil ettiği akışmış gibi gelir bana. Biraz daha iradeyi geriye çeken amaçlılığın ortadan kalkmaya başladığı. Ve işte oyunu, süreci, deneyimi önceleyen bir anlatı gibi. Ben bunları böyle birbirinden farklı iki farklı anlatı gibi okuma eğilimi gösteriyorum. Ben de mesela şu açıdan yaklaşmayı tercih ediyorum. Bir antik çağcı olarak. Referanslarım antik çağ felsefesi ilişkin olduğu için. Burada evet bir gayelilik, ereksellik var ama o ereksellik kaçınılmazlıktan gelen bir ereksellik. Bu açıdan çok enteresandır. Stoacılık aslında atomculuğa da benziyor. Çünkü demokritos... malumunuz, her şeyin mecburiyetten, zorunluluktan, anahankeden geldiğini söylüyor. Yani atomlar düşüyor ama zorunluluktan. Başka bir açıklaması yok. Yani hiç kimse bugünün dijital insanlarını açık bulmaya çalışıyor ya dijital insanlar. Peki atomları kim? Atomlar nereden çıktı? Adam onu bilmiyor. Atomların nereden çıktığını bilmiyor. En bölünemez küçük parçanın atom olduğunu, atomos olduğunu söylüyor. Aynı şekilde stocılarda Her şeyin zorunluluktan meydana geldiğini iddia ederek kaçınılmaz olarak o zorunlulukla tanrısallığı eşitlemişlerdir. Bu kader tanımına da aslında uyan bir şeydir. Mesela bizim kader anlayışımız yani tek tanrılı dinlerdeki kader anlayışlarından farklı olarak Stoic'lardaki kader kausa kausa harumdur. Nedenlerin nedenidir. Sondan bakarak sondan geriye doğru giderek kader tanımlanır. Baştan sona doğru değil. Yani Tanrı bir kader çizdi hepimiz ona uyuyacağız. Bunu demiyor Stoğacı. Stoğacı diyor ki benim herhangi bir eylemim, herhangi bir eylem daha önce başka bir nedene dayanıyor mu? Mesela sizinle bu kıymetli yayını yapıyoruz şu an. Neden? Daha önce konuştuk. Neden? Ben daha önce Stoğacılık çalıştım. Neden? Siz bu kıymetli yayınlarınızı, çalışmalarınızı sürdürdünüz. Rastgele bir araya gelmedik. Böyle geriye doğru gittiğimizde dolmamıza kadar gideriz. Hatta... daha da geriye giderek evrenin var oluşunda tabii bir başlangıç noktası yok Stoğacılara göre ama gidebildiğimiz kadar geriye doğru gideriz nedenleri birbirine bağlayarak. İşte kader budur ve Stoğacı filozoflar ekseriyetle imparatorluk döneminde yaşayanlar şöyle geriye baktıklarında her şey nereden geliyor diye sorduklarında bu zorunluluğu gördüler ve o zorunluluğun kendisini yani nekesitası bir deus olarak yani tanrı olarak tanımlamaktan geri durmadılar. Bu yüzden ben özellikle de beni de çevirdiğim doğa araştırmalarında, Seneca'nın doğa araştırmalarında Tanrı tanımlarının birbiriyle çelişebilecek olduğunu bugünkü zihnimizde ama Stoic perspektifte çelişmediğini söylüyorum. Çünkü orada Quid Est Deus Tanrı nedir diye sorduğunda Tanrı kaderdir diyor. Onu kader olarak adlandırabilirsin diyor. Anlattıklarınızla birlikte şeyi hatırladım. Yani beni stoğuculukta en çok çeken şey de zaten hem bir determinizm, belirlenim olması. Hem de bu belirlenime rağmen orada insanın aklı melekelerince özgürlüğüne bir alan açıyor olması. Ben bu kanalda daha önce Chris Post'un silindiri adlı argümandan bahsetmiştim. Yani evet burada bir kader var ve burada sizi koşulların getirdiği belirli noktalar var ama. Bu demek değil ki sadece birer kukla gibi kader bizi nereye götürüyorsa onu yaşıyoruz. O alanı, özgür irade problemini hem özgür iradeye alan açarak hem de determinizme vurgu yaparak toparlayan bence ender düşünce sistemlerinden biri olması açısından da çok değerli. Ben de bu vesileyle beni davet ettiğiniz için size çok teşekkür ederim. Ve bu fırsat bir daha geçmez. Belki bir daha nerede karşılaşırız bilmiyorum ama şunu da belirteyim. Bu tür çalışmalar sizin yaptığınız, benim yaptığım, kendime de katmayayım neyse sizi katayım. Bahsettiğiniz gibi çok büyük kitlelere. çok kıymetli bilgileri, yorumları aktarıyor olmanız çok önemli. İnsanlar başta konuştuğumuz gibi bir şey popülerleşiyorsa bu kesinlikle bozulmuştur diye düşünmesinler. Şimdi Dilara Hanım'ı yüz binlerce insan takip ediyor. Bu kötü olduğu anlamına gelmiyor. Veya bir ön yargıyla ah ne kadar çok takipçisi var. Gerçi çok takipçisi olmak kötü bir şeydir Antik Yunan'da. Bunu mesela Diogenes Lertios'ta hatta dün de böyle bir tweet attım. bir hocanın, bir filozofun çok takipçisi varsa boş konuşuyordur demeye getiriyorlar. Ama bu her filozofun birbirine gıcıklığından kaynaklanan bir suçlamadır genelde. Neyse artık antik dönemde yaşamıyoruz. Dijital bir çağda yaşıyoruz. Bu tarz bilgilerin, yorumların birçok insana ulaşmasını sağladığınız için size şahsen teşekkür ediyorum. Ve sizi tebrik ediyorum ve bundan sonraki çalışmalarınızda da motivasyonunuzun bozulmadan devam etmesini diliyorum. Ben de bu çalışmalar için teşekkür ediyorum. Masada 20'ye yakın kitabınız var ve bahsettiğimiz kaynakların her birini hem açıklama bölümüne hem de ekrana yerleştirmiş olacağız. Gelecek yayında görüşmek üzere, meraklı kalın. Altyazı M.K.