Bir Roma İmparatoru, 1500 yıl önce dünyanın en büyük mabedini yaptırmaya karar verir. Bu mabet, tarihin en büyük mimari projelerinden biri olacak. Dünyanın en büyük kubbesi üzerini örtücek ve bin yıl boyunca yeryüzünde ondan daha büyük bir yapı inşa edilemeyecekti. Ve tarihin en büyük istilasına, bir dinin bölünmesine...
Bir çağın kapanışına şahitlik edecek, onlarca efsanenin tam kalbinde yer alacaktı. Peki, dünyanın en gizemli mabedinin gerçek yapılış hikayesi ne? Ayasofya hangi sırları saklıyor?
9 Mayıs 1453 Osmanlı'nın 21 yaşındaki sultanı 2. Mehmet İstanbul'u fetheder ve şehrin baş mabedine girer. Yüzlerce Bizanslı sivil iki asır önce Haçlıların yaptığı gibi bir yağma ve istila beklerken, karşılarındaki genç sultan canlarını bağışlar ve inançlarını özgürce yaşamalarına izin verir. Bu, Orta Çağ'ın kapandığı ve binlerce yıllık Bizans'ın tarihe karıştığı an olur.
Bu, Ayasofya'nın yeniden doğuş anıdır. Roma'nın yeni başkenti Konstantinopolis'ten, Osmanlı'nın payitahtına uzanan 1500 yıllık bir gizem. Peki, Ayasofya'nın gerçek hikayesi ne?
Profesör Hikmet Kırık, 30 yıldır toplumu ve tarihi inceliyor ve şimdi dünyanın en gizemli mabedinin sırlarını çözmek istiyor. Ayasofya sırlarla dolu bir mabet. 900 yıl dünyanın...
Ayasofya'nın en büyük katedrali, 480 yıl dünyanın en büyük camisi ve günümüzün en gizemli yapısı. Peki Ayasofya'nın gerçek hikayesi ne? 1500 yıl önce böyle bir mabet... Neden inşa edildi ve 15 asır boyunca nasıl ayakta kalabildi? Ve bu kadim mabedin duvarları hangi sırları saklıyor?
Tüm bu sorulara cevap bulabilmek için bir dizi efsane ile yüzleşmek gerekecek. Ayasofya'nın dizimi ilk olarak mimari görkemi ile başlıyor. Ayasofya 96 metreye 66 metrelik dikdörtgen ana yapının içine dev bir haç şeklinde inşa edilmiş.
7500 metrekarelik iç alanı bir yolcu uçağını içine alabilecek büyüklükte. 31,5 metre çapındaki dev kubbesi ise yerden 56 metre yükseklikte. Yani 18 katlı bir binadan... daha yüksek.
İki katlı yapının yükünü 24 metre yüksekliğinde 4 ana taşıyıcı kolon ve toplam 107 sütun taşıyor. Bu sütunların üzerine 8 tane Eyfer Kulesi'nin toplamından daha fazla yük biniyor. Fakat bu devasa boyutlarına rağmen 1500 yıldır ilk günkü gibi ayakta.
Hocam Ayasofya'nın efsanesi yapılışıyla birlikte başlıyor. Yıl 532, o dönemin lojistik imkanlarını düşünün. Bir araya getirilmesi ve bu kadar sürede, 5 yılda yapılması son derece zor bir olay.
Bunun arkasında bir kişinin hırsı var. Jusinien. Bu hırs şan, şöhret ve mal, mülk hırsı değil.
Bu hırs peygamberlerle ve azizlerle yarışma hırsı. Kendini de onların sırasına koyabilme hırsı. M.S. 527, Konstantinopolis. Justinian, Roma'nın doğu kanadı olan Bizans tahtına oturur.
Fakat kısa sürede kendini bir dizi... Siyasi çatışma ve sorunun içinde bulur ve 13 Ocak 532'de saltanatının en uzun gecesini yaşar. Aslında her şey bu meydanda başladı. Bizans döneminde burada kolezyumun 3 katı büyüklüğünde dev bir hipodrom vardı.
Burada at yarışları yapılır ve halk her biri farklı toplumsal kesimleri temsil eden takımlardan birini tutardı. Fakat aslında bu takımlar birer siyasi hizipti. 532 yılında tüm grupların ortak bir derdi vardı.
Yeni imparator ve arttırdığı vergiler. 13 Ocak günü başlayan çatışma kısa sürede kitlesel bir ayaklanmaya döner ve ünlü Nika isyanı başlar. Justinianus. Yunus'un çağrısı üzerine bir uzlaşı gerçekleşeceğini uman halk hipodromda toplanmaya başladı.
Çok geçmeden kalabalık 10 binleri bulmuştu. Binlerce kişi hipodroma akın ediyor. Tam da bu esnada imparatorun ünlü generali Belisarius'un komutasında ağır zırhlı birlikler bir yandan hipodroma giriyorlar ve bir kıyım katliam burada başlıyor. Bildiğimiz kadarıyla 30 binin üzerinde insan burada.
öldürülüyor. Kanlı tuzak işe yarar ve isyan 30 bin kişinin cesetleri arasında tarihe karışır. Ve bu kanlı çatışmalar sırasında şehirdeki büyük katedral küle döner. İlk Hristiyan İmparator Konstantin 331'de şehri başkent yaptığında bugün Ayasofya'nın olduğu bu alanda bir Artemis Tapınağı bulunuyordu.
Konstantin bunu yıkarak yapımı 360... 1515 yılında tamamlanacak ilk Ayasofya'yı inşa eder. Fakat çıkan bir yangında küle dönen kilisenin yerine 415 yılında İmparator Theodosius 2. Ayasofya'yı inşa eder.
İşte Nika İsyanı sırasında yıkılan katedral bu. Ve kalıntıları bugün hala bahçede. Ama bu enkazlar Cüstünyen'e bir fırsat sunar. Yeni ve en görkemlisini inşa etme fırsatı.
İnşa edilecek yeni mabet, Cüstünyen'in gücünün sembolü olarak dünyanın en büyüğü olacak ve görkemiyle Süleyman Tapınağı'nı bile geride bırakacaktı. Bu, Konstantin'in hayallerinin bile ötesindeydi. Justinian, dünyanın en büyük mabedini yaptırmak istiyordu.
Bu, Roma'nın en büyük ve en hızlı inşaat projelerinden biri olacaktı. Fakat süre ve beklenti tutarsızdı. Yani böyle sıra dışı bir inşaat projesi için sıra dışı adamlara ihtiyaç vardı.
Klasik mimarlar gibi düşünmeyen, yenilikçi adamlara. Trallesti geometrici Antiamus ve Platon Akademisi yöneticisi Isidorus. İki zeki adam, mimar gibi değil, matematikçi gibi düşünerek yeni bir tasarım yapar.
Buna göre merkeze dört taşıyıcı kolon dikilecek, bu kolonlar dört payandayla desteklenecek ve her bir kolon diğerine 31 metre çapında kemerle bağlanacaktı. Bu kemerler iki yarım kubbeyle desteklenerek yapının iç alanı iki katına çıkarılmış olacak ve ana kubbe bunların üzerine yerleşecekti. Tarihte bir ilk olan bir kubbeyi iki yarım kubbe üzerine inşa etme fikri imparatora istediği büyüklüğü verecekti. Ve tasarımı, binayı sonsuza dek ayakta tutacaktı. Öyle de oldu.
Ayasofya'nın büyüsü burada başlıyor. Büyüklük ve sağlamlık. Bir hibayete göre Justinian, binanın temelleri atılırken şantiyeye 455 yaşında olan Markitos adında bir rahip getirir.
Ve inşaat onun öngördüğü gün ve saatte başlar. Bazıları bu mabedin 15 asır ayakta kalmasını tılsımlı olmasına bağlıyor. Bu yüzden açıklanamaz şekilde büyük ve sağlam.
17 Ağustos 99 depremi dahil 7 şiddetin üzerinde 8 büyük depremden sağlam çıkabildi. Peki tüm bunları sağlayan tılsım mı yoksa bilim mi? Şimdi gerçeği ispat etme zamanı. Şubat 532'de Justinian Roma'nın en kalabalık şantiyesini kurar ve 100 ustabaşıyla 10.000 işçi hiç vakit kaybetmeden Ayasofya'nın inşasına başlar.
Fakat apar topar başlayan inşaatın önünde bir engel vardır. Gerekli 10.000 işçi. binlerce tonluk yapı malzemesini kısa sürede tedarik etmek. Ayasofya bir imparatorluk yapısı olarak inşa edildi.
Amacı şuydu dünyaya ne kadar büyük bir yapı yapacaklarını kanıtlamak ve bunu ispat etmek. ...yola çıktılar. Ayasofya'da kullanılmış olan 20 tane taşın geniş bir coğrafyadan geliyor.
Ağırlıklı olarak Anadolu'dan ve Yunanistan'dan geliyor. Ancak Ayasofya'nın yapıldığı dönemde bu ocaklar çalışmadığı için Ayasofya'da kullanılan... sütunları başka yerlerden devşirme olarak getirilerek Ayasofya yapısında ikame edilmiş ve kullanılmıştır. Yani o dönemde o taşlar Ayasofya için üretilmemiş. Başka ocaklardan devşirme olarak getirilerek kullanılmıştır.
Ayasofya'da 40 zeminde, 67'si üst galeride toplam 107 sütun var. Zaman baskısından dolayı mühendisler yeni sütunlar uydurmak yerine eski katedralden kalan ve farklı tapınaklardan getirilen sütunları Bu yüzden Ayasofya'daki sütunların boy standartları yoktur. Bazıları diğerlerinden 30 cm daha kısadır.
Malzeme tedariği işin yalnızca başlangıcıydı. İki matematikçi sadece en büyüğü değil, aynı zamanda bir ilki de inşa ediyordu. Ve projenin başarısı dereselliğe bağlıydı.
15 asır önce hiçbir metal konstrüksiyon kullanmadan Sadece taş yığma usulüyle böyle büyük bir binayı inşa etmek için başka iplere de ihtiyaç var. Sidoros ve Antiamus yapının en büyük sorununun farkındaydı. On binlerce tonluk taş ve mermer bir futbol sahası büyüklüğü alanda kubbe kasnağına kadar yerden 42 metre yüksekliğe ulaşacaktı. Sadece yığma taşla böyle devasa ölçülerde bir yapı yapmak için kusursuz bir statik tasarıma ihtiyaç vardı.
Fakat Isidoros ve Ankiyamos statik dengenin en küçük birimden, taş örgüsünden başladığını biliyordu. Simih Sümer, Ayasofya'da kullanılan tuğlalarla birebir aynı özellikte bir numune ile iki zeki adamın bulduğu çözümü test edecek. Ayasofya'nın inşaatında Ayasofya için özel üretilmiş tuğlalar kullanıldı.
Tarih kaynaklara göre... Bu tuğlaların rodasla üretildiğini biliyoruz. Bu tuğlalar günümüz tuğlasına göre 12 kat daha hafif. Öyle ki bu tuğlaların suda yüzebildiği söyleniyor. Elimizde bir standart tuğla, bir tane de Ayasofya için kullanılan tuğladan var.
Şimdi bunları test edeceğiz. Klasik tuğla batarken Ayasofya tuğlası suda yüzüyor. İşte Ayasofya'nın mühendislik sırlarından bir tanesi bu. Isidoros ve Antiamus yaptıkları binanın ne kadar ağır olacağını biliyorlardı. Yaklaşık 250 bin metre küplük bir büyüklükten söz ediyoruz.
Dolayısıyla binanın statik tasarımı için ilk hamleleri olabildiğince hafif bir yapı malzemesi kullanmaktı. Fakat hafif de olsa duvarlar 15 katlı bir bina yüksekliğinde olacaktı. Ve bu malzemeleri bir arada tutmak hala ciddi bir sorundu.
Romanın devasa mimari eserler inşa etmesinin sırrı olan Kozolona denilen volkan tüfüdür. Ancak İstanbul ve çevresinde bu ham maddeyi bulmak imkansızdı ve volkan tüfü olmadan anıtsal bir mimariyi inşa edebilecek harç yapılamazdı. Fakat iki ortak bu sorunla da zekice bir çözüm üretir ve yeni bir deneysel girişimde bulunurlar. Tuzsuz nehir kumu, kireç ve tuğla tozu. Isederos ve Antiamus, modern çimentodan 1300 yıl önce adeta antik çağ çimentosu icat etmişlerdi.
Hem de volkan tüşü kullanmadan. Aslında bu malzemeler bir araya geldiğinde bildiğimiz kalsiyum silikatı oluşturdu. Yapının ana direncini veren birleşen de buydu.
Yani Ayasofya'nın tılsımı kalsiyum silikat. Evet, aynen öyle. Kalsiyum silikat, harç içinde oluşan çatlakları kendi kendine onarma özelliğine sahip. Böylece bina, kullanılan harç sayesinde kendi hasarlarını onarabiliyor.
Yani Ayasofya'nın sağlamlığının sırrı tılsım değil, bilim. Önce İstanbul'da dünyanın en gizemli mabetlerinden biri inşa edilir ve onlarca efsaneye konu olur. Profesör Hikmet Kırık Ayasofya gizemini araştırıyor ve binanın yapılışıyla başlayan gizeminin temelinde bir dizi mühendislik dekası olduğunu öğreniyor. Fakat bu kadim sırlarının sadece başlangıcı.
Ayasofya proje haliyle bile o güne kadar... İnsan eniyle yapılmış en büyük şeydi. Tıpkı sanayi devrimi sonrası Eiffel Kulesi ya da Titanic gibi radikal bir atılımdı.
Fakat hiç de kusursuz değildi. Hatta aceleye getirilmiş deneysel bir yapıydı. Ve inşaatın 4. yılına girerken planlar ters gitmeye başlayacaktı.
30 Mayıs 1453, Fethin 2. günü. Genç Sultan hazırlıkları bizzat denetler. Fakat Ayasofya'yı gezdikçe heyecanı hayal kırıklığına dönüşür.
Bin yıllık mabet viran hale gelmiş, şehrin uzak köşesindeki bir anıt olarak terk edilmiştir. Baykuşların yuva yaptığı, camları kırılmış, örümcek ağlarıyla örtülü köhne bir haldedir. Cüstünye'nin görkemli mabedinden geriye sadece duvarlar kalmıştır.
İnşaatın 4. yılı. İmparator Cüstinyen sabırsızdır ve bir an önce mabedine kavuşmak ister. Isidorus ve Antiamus, Fatih'in virane halde bulduğu duvarları yükseltmiş ve sıra yapının en kritik parçasına gelmiştir, kubbeye. Fakat inşaatta vaat edilen sürenin sonuna hızla gelinir.
Ve bu baskı inşaatta bugün bile görülebilir. Bir dizi teknik hataya sebep olur. Buradaki mermerler harcı kurumadan kapatıldığı için eklem yerlerinden kaymış. Belli ki burada çalışan ustanın geri dönüp kontrol edecek vakti yoktu. Bir başka detay ise mermerlerin üzerindeki bu işaretler.
Bunlar ustaların bıraktığı notlar. Normalde... Alta denk gelmesi lazım ama aceleye getirildiği için üstte kalmışlar.
Ayasofya'da birçok mermerde benzer durum var. Belli ki birçok ayrıntı gözden geçirilmeden tamamlanmış. Yani Ayasofya aceleye getirilmiş bir inşaattı. Bu acelenin haklı bir sebebi var.
Isidoros ve Antiamus kısa bir sürede dünyanın en büyük mabedini tamamlayamazlarsa işlerinden çok daha fazlasını kaybedeceklerdi. Bu yüzden iki adam dikkatlerini hızla kubbeye çevirir ve sıra dışı tasarımlarını uygulamaya koyarlar. İlk olarak dört ana kolon üzerine inşa edilen kemerler etrafındaki yarım kubbeleri tamamlarlar. Fakat kubbenin 2000 tonluk ağırlığının sadece kemerler üzerindeki dar temas yüzeyine yüklenemeyeceğinin farkındadırlar ve yine bir ilki denemeye karar verirler. Pandantif denilen bu üçgenimsi yüzeyler ilk kez Ayasofya'da kullanıldı.
Bu yüzeyler kubbeyle üzerine bindiği dört ana kemerin arasında kalan boşlukları doldurup yükü dört taşıyıcı kolona indirir. Pandantifler kubbenin yükünü taşımak için devrimsel bir yöntemdi. Fakat... Tek başına kubbenin ayakta kalmasını garanti edemezdi.
Çünkü binanın çok daha derinlerde gözden kaçmış daha büyük bir sorunu vardı. Ana sütunları destekleyen payandalar yerine kemel tonozla açılan dev koridorlar. Bu statik bir itihardı. Eğer bu şekilde binanın ana payandalarının içini boşaltırsanız, bu durum bazı statik problemleri beraberinde getirecektir.
Bunlardan en önemlisi binanın yanlara doğru bel vermesi. Nitekim Ayasofya'da bu durumun izlerini görmek mümkün. Örneğin, üst galerideki bazı sütunların kaidesinden ve ekseninden kaymasının sebebi bu durumun bir sonucu. Bir diğer problem üst galerideki zeminlerin seyim yapmış olması.
Bunu siz kendinize rahatlıkla test edebilirsiniz. Isidoros ve Antiamus, büyüklük için sağlamlıktan taviz vermenin bedelini ağır öder. Kubbe tamamlandığında o kadar ağırdır ki ana sütunlar yükü taşıyamaz.
Dört tonozları yamulur ve sütunlar kaidelerinden oynar. Mühendisler derhal ana kolonları tahkimat duvarlarıyla güçlendirir. Fakat çok geç kalınır.
Payanda iskeleti kare özelliğini kaybeder ve kubbe kasnağı yamulur. Ayasofya'nın görkemli kubbesi elips şeklini alır. Ayasofya yıkılmanın eşiğinden döner ama...
Kubbe ayakta kalır. Kubbedeki bu yamulma gözle fark edilmediğinden Isidorus ve Antiamus günü kurtarırlar ve hızla yapının iç mimarisine odaklanırlar. Geri kalan tüm işler bir yıldan kısa sürede bitirilir.
Açılış günü geldiğinde Ayasofya'nın sadece iki zeki adamın bildiği bir sırrı vardır. Kasnağından oynayan elips kubbe bir gün çökecektir. Görkemli Mabet, inşaatının 5. yılında tamamlanır ve 27 Aralık 537'de büyük bir törenle açılır.
İmparator Justinian, kapıdan girdiğinde adeta büyülenir. Justinian, mabedin adını Haciasofia koyar, yani kutsal bilgelik. Artık Süleyman Tapınağı'ndan daha büyük bir mabedi vardır. Ve tarihi geçen... O sözü söyler.
Ey Süleyman, seni yendim. Ayasofya, mimaride bin yıl boyunca geçilemeyecek bir doruk noktasıydı. Modern insanı bile hayrete düşüren devasa kubbeler, tonozlar ve sütunlar. Bir düşünün, tüm bunlar pusulanın, teleskobun, hatta Avrupa'da... Üzenginin bile icat edilmediği bir çağda inşa ediliyor.
İşte Ayasofya'nın gerçek görkemi bu. Ayasofya ilk inşa edildiğinde bugünküne hiç benzemiyordu. Binanın batı cephesinde genişçe bir avlusu vardı.
Dev payandalar yerine, gölgenli pencereleriyle daha sade bir görünüme sahipti. Güney cephesinde günümüze ulaşmayan büyük bir salon ve saat kulesi yer alıyordu. Binanın dört bir yanını saran tahkimat duvarları ise yoktu. Ve kubbesi bugünkünden çok farklıydı.
Cüstünye'nin İmparator Kapısı'ndan ilk girişinden 916 yıl sonra dünyanın en büyük mabedi artık camiydi. Kubbesine Nur Suresinin ayetleri yazıldı, mihrap ve ahşap bir minare eklendi. Fakat Fatih'in baktığı kubbe, Cüstünye'nin seyrettiği aynı kubbe değildir.
14 Aralık 557 Konstantinopolis büyük bir depremle sallanır ve korkulan olur. Ayasofya'nın kubbesi çöker. Mimarları şanslıdır çünkü kubbenin çöktüğünü görmeden ölürler. Öfkeden deliye dönen imparator, kubbe onarma işini Isidoros'un yeğeni Genç Isidoros'a verir.
Genç mimarın amcasının itibarını ve kendi canını kurtarmak için tek bir şansı vardır. Yeni ve yıkılmayan bir kubbe yapmak. Genç Isodoros görevi devralır almaz ilk işi kubbeyi yeniden inşa etmek oldu.
Fakat maalesef kubbe tekrar çöktü. Bunun sebebini araştırdığında evraka oldu. Çünkü kubbenin oturduğu kasnağın dairesel olmadığını elips formunda olduğunu fark etti.
İlk çöküşünün sebebinin de bundan kaynaklandığını fark etmiş oldu. Aynı zamanda kasnaktan kubbenin ucuna doğru olan çatlakları fark etti. Ve bütün bunlara engel olmak için kubbenin elips şeklinde yapılması gerektiğini ve 7 metre kadar yükseltip bu çatlakları da kesmek için pencereler açması gerektiğini karar verdi. Ve bu şekilde yaptı. Yani bir taşla iki kuş olmuş oldu.
Evet, hem depreme dayanıklı bir... Yapı olmuş oldu. Hem aydınlık olmuş oldu hem de 7 metre yüksek olmuş oldu. Zekice.
Genç Isidoros amcasının hatasını 5 yılda düzeltir. Eskisinden 7 metre daha yüksek ve kasnağında 40 penceresi olan daha görkemli bir kubbe inşa eder. Amcasının kubbesi sadece 20 yıl dayanırken genç Isidoros'unki 1500 yıl sonra bile ayakta kalır. İsideiros ve Antiamus kubbede yaptık ve...
Hesap hatalarına rağmen 107 sütundan bazılarının kaidelerine yerleştirdikleri kurşun plakalarla şok emici bir sistem oluştururlar. Bu şok emiciler 1500'lük duvarlara antisismik bir özellik kazandırır. Kubbenin yeniden yapılmasına rağmen binanın diğer yerleri de hasar gördüğü için Doğu Batı istikametinde sürekli bel vermeye başlamıştı.
Ve bunu önlemek için Sürekli bel verdiği yönlerden payandalar yaptılar. Fakat bunlar kâfi gelmedi. Esas yapılması gerekenin kuzey-güney aksında olduğunu bir kişi fark etti. Mimar Sinan, Osmanlı'nın ünlü baş mimarı.
16. yüzyılda yıkılmanın eşiğine gelen yapıyı restore etmesi istendiğinde, dahi mimar, kubbenin 1100 yıllık sırrını fark eder ve bu elips şeklin... taşıyıcı sütunlardan kaynaklandığını anlar. Bu yüzden Sinan binayı kuzey ve güney aksından 8 payandayla destekler ve elipsin uçlarından sıkıştırarak dairesel bir form verir. Mimar Sinan'ın müdahalesi binanın ömrünü uzatır.
Ayasofya günümüze kadar ulaştıysa Mimar Sinan sayesinde ulaştı. Sinan'ın 5 asır önce fark ettiği. Ayasofya'nın aceleye getirilmiş mühendislik sırlarıydı. Fakat bu Ayasofya efsanesinin sadece başlangıcıydı. Ayasofya'nın asıl gizemi yıkılmayan duvarlarında değil, bu duvarların ardında gizli, daha karanlık sırlarda yatıyor.
15 asır önce İstanbul'da dünyanın... en büyük ve en gizemli mabedi inşa edilir. Bu kadim yapı asırlar boyunca bir dizi esrarengiz olayı içinde saklar.
Bin yıllık şifreli bir yazı, esrarengiz bir parmak izi, 800 yıllık şüpheli bir mezar. Profesör Hikmet Kırık, Ayasofya gizemini araştırıyor ve şimdi... binanın karanlık koridorlarında gizlenen sırların peşine düşüyor.
Ayasofya'nın sırları eşikten adım atarken başlıyor. Narteks denilen bu giriş bölümünde mabedin üç büyük kapısı bulunuyor. Ve her bir kapının ayrı bir efsanesi var. Fakat en görkemli olanı yani imparator kapısı ayrı bir kutsiyet taşıyor.
İnanışa göre bu kapı Nuh'un gemisinin tahtalarından inşa edilmişti. Ve Bizanslı denizciler denize açılmadan önce bu kapının önüne gelip dua ederlerdi. Peki ama gerçekten bu kapılar Nuh'un gemisinin parçaları olabilir mi?
Arkeolojide ahşap ve kumaş parçalarının günümüze gelme ihtimali neredeyse hiç yok. Ancak soğuk bölgelerde ve bakterinin az olduğu yerlerde günümüze ahşap... gelebilir. Tapının üzerindeki tahtanın ya da ahşabın Nuh'un gemisinden yapılması tamamen işin şu boyutudur. Bu yapı kutsal bir yapı.
Daha da kutsallaştırmak için buna bir evrat peygamberinin tescillemesiyle birlikte neredeyse bir üç dinin ya da üç inancın da ortak bulunduğu bir kutsalliğe verilmiştir. Aslında temel amaç budur. Papalık ve Patrikhane arasında güç savaşı 10. yüzyılın sonunda zirve noktasına ulaşır. 1054 yılında artan gerilimi çözmek için Papa IX.
Leo ve Patriin temsilcileri tarihte ilk kez Ayasofya'da buluşur. Bu, Hristiyanlık için bir dönüm noktası olacaktır. Tam burada, imparatorların taç giydiği onfolyon denilen bu noktada iki grup karşılıklı olarak birbirlerini aforoz eder.
O ana kadar bir bütün olan Hristiyanlık, Katolik. ve ortodoksluk olarak ikiye bölünür. Ayasofya bir dinin bölünüşüne şahitlik eder. Ancak bunun bedelini çok ağır öder. Konstantinopolis, 150 yıl sonra Haçlı ordularının istilasına uğrayan ilk Hristiyan şehri olur.
Ve Ayasofya artık başka bir hükümdarın elindedir. Ölümsüz dükün. Enrico Dandolo, 4. Haçlı Seferini finanse edip Kudüs yerine İstanbul'un işgal edilmesine önayak olan Venedik Dükü.
Haçlılar 15 Nisan 1204'te... şehri ele geçirir. Sefer'in gizli yöneticisi Dandolo ise şehre girer girmez, şöhretini duyduğu ama hiç görmediği Ayasofya'ya gider.
Fakat Dandolo bu ihtişamı yine de göremez. Çünkü 93 yaşındadır ve gözleri kördür. İmparator ailesinin atlarıyla birlikte üst galeraya çıkması için yapılan bu 7 katlı rampadan 700 yıl sonra şövalye ile beraber çıkıyordu. Ama ayin için değil, tarihin gördüğü en büyük katliam ve yağma için.
Katolik Haçlılar kadın ve çocukları bile kılıçtan geçirirler ve bu yağmada en büyük zararı Ayasofya görür. Rahibelere tecavüz ederler, rahipleri katlederler. Tüm değerli eşyaları ve kutsal emanetleri çalarlar. Latin istilası İstanbul'un ve Ayasofya'nın görkeminin sonu olur. Öyle ki Avrupa'nın en zengin 40 şehrinin toplumundan bile daha zengin Konstantinopolis...
Artık bir viranedir. Hipodromdaki araba yarışlarının 6. yüzyıldan sonra aslında bir miktar sıklığı azalsa da 1204'teki Latin istilasına kadar zaman zaman devam ettiğini düşünebiliriz. Ama bu dönemden sonra artık bu gösterişli yapı bir daha eski günlerini yaşamadı. Tüm bu yıkımın sebebi olan Enrico Dandolo, işgalin ilk yılı bitmeden nekrozdan ölür.
Son isteği ise Ayasofya'ya gömülmektir. Ve isteği yerine gelir. Burası Bizans'ta üst düzey kilise toplantılarının yapıldığı sinot alanı.
Cennet ve Cehennem kapısı denen bu mermer kapıdan geçilerek giriliyor. Dandolo'nun mezarı da bu bölümde yer alıyor. Bu Ayasofya ana binası içerisindeki tek mezardır.
Fakat Dandolo'nun hayatı gibi mezarı üzerinde de sır perdesi var. Müzik 1268'de Konstantinopolis tekrar geri alındıktan sonra Enrico Dandolo'nun oradaki kemikleriyle birlikte tekrar Venedik'e iade edildiği söyleniyor. Ama tabii ki burada bir kesimlik yok.
O kemikler iade edildi mi edilmedi mi bunu kronikçiler çok fazla üzerinde durmuyor. Ancak Bizans kaynakları Haçlı istilasından sonra şehir geri alındığında intikam için kemiklerin kırılıp Haliç'e atıldığını yazar. Rivayete göre İstanbul'un fethedildiği gün Yeniçeriler Dandolo'nun mezarını açar. Ancak mezarın içi boştur.
Yeniçeriler mezarda sadece bir miğfer bulur. Ve Fatih Sultan Mehmet bu miğferi portresini çizen Venedikli ressam Centile Bellini'ye hediye eder. Fakat Ayasofya'nın 1850'deki restorasyonu sırasında...
Mezar tekrar açılır ama boş olduğuna dair en ufak bir rapor tutulmaz. Yani 1450'de boş olan mezar 1850'de doludur. Ve akıbeti 800 yıllık bir sır olarak kalır.
Ta ki bugüne kadar. Serhan Gören bir jeofizik mühendisi ve şimdi Profesör Hikmet Kırık'la birlikte bir efsaneyle yüzleşecek. Sonar tarama sistemi ile Dandolo'nun mezarını tarayacak.
Ölümsüzlük hala Ayasofya'da mı? Evet, bunu o tarafa koyalım. Bunlar santim arayla buradan.
Şuradan atarız. Şurası giriş noktası. Tabi bunlar daha... Jeoradar taramasında yerin altına manyetik dalgalar yollanır ve bu dalgalar bir cisme çarptığında geri dönüp sinyaller oluşturur.
Bir bilgisayar bu sinyalleri işleyerek anlamlı resimler haline getirir. Böylece yer altının röntgen fotoğrafı çekilmiş olur. İşte boşluğumuz tam şuradan başlıyor, şurada bitiyor.
Çok net şekilde görünüyor ama... Gerçek anlamda burası bir boşluk fakat içi tam olarak boş değil. Düz olsaydı bu şekli verecekti bize.
Bakın bu ikisi aynı. Biraz ayırt etmeye başladığımız zaman içindeki duran cisim şu. Yani mezarın içinde bir şeyler vardı değil mi?
Bir şey var. Ne olduğunu tam buradan bakarak söyleyemiyoruz ama boşluğun içinde bir şeyler var. Çünkü duvar burada başlıyor.
Bu ikisi birbirinden çok farklı. Tam boş olsaydı şu şekilde bir iz verecekti bize. Tam boş değil. Bakın burada küçük yuvarlaklar var. Yani bu nedir?
Bir insan olarak düşünürsek başının bir yuvarlak ve omuzlarından itibaren ikinci bir yuvarlak başlar. İşte onu da şuradaki parabollerden görüyoruz. Sanki oturur bir insan bedeni şuralarda şekilleniyor gibi.
Bulabiliyor. Baş ve gövde, yani burada bir insan başı ve gövdesinin görüntüleri olduğunu mu? Düşünebiliriz hocam, evet düşünebiliriz.
Bakın sanki... Son derece heyecan verici. Çünkü bakın şu derinliğe baktığımız zaman 1.86. Yani buradaki tonozum, böyle gelip en derin noktası.
Burası, burayla şu arasında büyük bir derinlik farkı var. Yani bir insanın sağabileceği en iyi nokta orası. Çıkan sonuçlar, efsaneleri ve kronikleri yalanlıyor.
Mezar hala dolu olabilir. Jeoradar sonuçlarında bir insan bedeni tüm açıklığıyla seçilebiliyor. Burada başı, burası gövdesi, diz kapakları ve ayakları.
Bulgular tarihi kayıtlarla da şaşırtıcı şekilde örtüşüyor. Dandalo 1.75-1.80 boylarındaydı. Öldüğünde 90 yaşının üzerinde ve hafif kamburdu. Görüntülerde Dandalo'nun kamburu dahi net bir şekilde seçiliyor. Ancak mezarda hiçbir metal kalıntısına rastlanmadı.
Bu, Yeniçerilerin mifer bulma efsanesini doğruluyor gibi. Fosat diye gelince, o mezarın sadece kapağını değiştirmişti. Halbuki Dandalo'nun başı yüzeyden 50 cm aşağıdaydı. O yüzden cesedi göremedi. Tüm bu sonuçlar gösteriyor ki...
Dandolon'un mezarı dolu. Ölümsüzlük hala Ayasofya'da. Kemikleri Haçlı katliamından şehirde kalan son iz. Fakat Ayasofya'da buraya ait olmayan tek iz bu değildi. Dandolon'un mezarından birkaç metre uzakta çok daha kafa karıştırıcı bir iz daha var.
Üstelik tarihte İstanbul'a geldikleri hiç kayda geçmemiş bir kavmin izi. 1100 yıllık gizemli bir Viking yazısı. Hem de İskandinavya'dan tam 2000 km uzakta. Gizemli notta runik alfabesiyle Halvdan buradaydı yazıyor.
Peki gizemli Halvdan kim ve bu yazıyı nasıl yazdı? Bir Viking efsanesinde Lotofen takım adalarında yaşayan bir kabileden söz edilir. Kabilenin başkomutanı Haldan adında biridir.
Ve hikayeye göre Haldan, 9. yüzyılda Miklegard adında bir şehre gider. Kaynaklara göre bu şehir İstanbul'dur. Etnograf Aytaç Bozkuyu, gizemli yazının farklı bir anlamı ve hikayesi olabileceğini düşünüyor. Viking yazısı olduğuna dair bir kanıt.
yok. Önce buradan başlayayım. Ama bunun Türk alfabesi olabileceğine dair kanıt bizim Orhun alfabelerimizdir. Ve batıdaki Runik alfabe ve günümüzde Sekel Türklerinin, Macaristan'da yaşayan Sekel Türklerinin hali hazırda kullandığı alfabedir. Avarlar bu bölgeye geliyor bunlar.
Kandık adlı 58. Avar elçisi İstanbul'a geliyor. İşte o Ayasofya ziyareti sırasında bunu yaptık. ...kanıtlarına dair çok önemli kanıtlarımız var. Şu açıdan işte o runik alfabe o dönemde sadece Avardar tarafından kullanılıyor.
Avrupalı meslektaşlarımız bunu soldan sağa Latin alfabesi gibi okudukları için... ...Halp'dan ismini çıkartıyorlar ki bu Halp'dan aslında biraz da mitolojiye karışmış bir kişi... ...İstanbul'a gelmiş olduğu düşünülüyor. Halbuki İskandinavya'da İstanbul'a gelmiş olma ihtimali çok çok düşüktür.
Dağdan sola doğru okunduğu zaman, Tanrı'nın mührü buraya vurulmuştur, Tanrı'nın mührü buradadır, Tanrı'nın ruhları burada gezmektedir gibi çok enteresan ve egzotik bir Türkçe ile yazılmış. Tarihi kayıtlarda, Avar Türklerinin Bizans'la ittifak kurduğu ve İstanbul'a geldiği biliniyor. Yani, gizemli yazı, Türklerin İstanbul'la ilk tanışmalarının Sıra dışı bir kanıtı 10 asır sonra Türkler Bu şehre son kez gelecekti Bir daha gitmemek üzere Ayasofya Dünyanın en gizemli mabedi Olma özelliğini koruyor 15 asır önce inşa edilen yapı İnşasından 916 yıl sonra Dünyanın en büyük camisine Dönüşmek üzeredir 29 Mayıs 1453 Salı günü, Bani'si Justinia'dan 900 ve Yağmacı Dandola'dan 250 yıl sonra bu kez Fatih Sultan Mehmet İmparator kapısından geçerek Ayasofya'ya girer. Bu, Ayasofya ve dünya tarihi için yeni bir çağın başlangıcıdır.
Ve tabii yeni gizemlerinde. Efsaneye göre rahipler Osmanlı ordusu mabede girmeden hemen önce Ayasofya'da saklı olan kutsal kaseyi de yanlarına alarak bu sütunların arasından mucizevi bir şekilde yok olurlar. Fakat halkın korkuları çok geçmeden boşa çıkar.
Çünkü bu kez karşılarında Latin Haçlılar değil, Müslüman Türkler vardır. Genç sultan halkı bağışlar ancak kutsal kase ve koruyucuları çok. pek ama nereye bu sorunun cevabı Ayasofya'nın başka bir dizeminde yatıyor yeraltı dehlizleri tarihçi Hoca Saadettin Efendi 16 yüzyılda yazdığı bir eserinde Bizans mimarisine dair ilginç bir bilgi verir İstanbul deprem bölgesi olduğundan binaların çökmesi durumunda çevreye zarar çekilmesi için altlarına derin çukurlar açıldığını yazar.
Ona göre Ayasofya'nın altında 70 metre derinliğinde ve sularla dolu mahzenler ve tüneller vardır. Bu tüneller ve mahzenler öylesine büyüktür ki içlerinde kayıkla dahi gezilebilir. Hasan Fırat Diker ekibiyle birlikte Ayasofya'nın tünellerine girdi ve binanın altında karmaşık bir dünya keşfetti.
Başlangıçta... Daha önceki yapılmış olan çalışmalardan yola çıkarak neyle karşılaşacağımız hakkında azıcık fikrimiz vardı. Ama sonrasında hiç öngöremeyeceğimiz çok ilginç durumlarla karşı karşıya kaldık.
Ve buluşlarımız bizi mutlu etti. Bunlar sadece bir merak konusu olmaktan etti. Bizim zaten çalışmaya başlamak gerekeceğimiz olan Ayasofya'nın yapısal iklimendeme sorunlarını anlamaya yönelik bir çalışmaydı.
Damarları gibi değerlendirebilirsiniz. Asal amaçları su tesisatının döşenmesine yönelik inşa edilmiş olmaları. Yapı ilk inşa ediliyorken.
Ama zaten su sistemlerini döşemekle yükümlü olan bir işçinin girebileceği bir ergonomiye sahipse bu tüneller amacı dışında kullanılmaları da söz konusu olabilir. Biz nasıl içine girip ölçülendirme, tarama yapabilirsek başka amaçlar içinde birileri bunun içine girmiş olabilir. Gerçek olan şey bu yapıların inşa edilme gerekçeleri. Kaçış yolu olmaları değil.
Son derece yapısal ihtiyaçlara yönelik. İklim bendirme ve sitesatının döşemesi içindir. Fetih günü rahipler mucizevi şekilde yok olmadı.
Ayasofya'nın tünellerinden kaçtı. Muhtemelen binanın içinden girdikleri bir havalandırma ve su hattını takip ederek önce bahçeye sonra da Kırkçeşme su yoluna çıktılar. Ve hattı takip ederek Ayasofya'yı terk ettiler. Tamamı gün ışığına çıkarılana kadar bu tünellerde nelerin saklanması var?
fiyatlı olduğu çözülemeyecek fakat Ayasofya'da üzerini asırların örtü tek sır tüneller değil 1847'de Ayasofya'yı restore eden Gaspari Fosatti pandantiflerdeki altı kanatlı melek figürleri üzerinde çalışırken Doğu pandantifindeki meleğin sıvayla kapatılmış bir yüzü olduğunu keşfeder Bunlar Hristiyanlıkta cennetin bekçileri olarak kabul edilen çatık kaşlı serafimlerdir. Fakat Fosatti diğer meleklerin yüzünü açmaz. Çünkü inanışa göre bu melekler kıyametin haberi. ve dördünün de yüzünün açıldığı gün kıyamet kopacaktır.
Ancak Fosat dinin batıl inancının kökeni tahmin ettiği kadar eski değildir. Osmanlı Hayasofya'yı aldığında ve burayı ibadete açtığında aslında bu freskleri ve resimleri kapatmıyor. Bunu nereden biliyoruz? Buyurun, Kornel Yusuf'un bu gravüründe çok rahatlıkla görebiliyoruz burada resim. Bu çizimlerde bina cami olarak kullanılırken bile pandantiflerdeki meleklerin yüzleri açıkça görünür.
Haçlı istilasından sağlam çıkacak kadar şanslı olanlar Osmanlı döneminde korundu. Fakat bazıları o kadar şanslı değil. Deisis mozaiği Ayasofya'daki mozaiklerin en ilginçlerinden biri. Çünkü Burada resmedilen kişilerin kimler oldukları sanat tarihi açısından bugün hala tartışmalı. Ancak bu kıymetli sanat eseri Latinler için sadece bir ganimetti.
Bu yüzden buradaki altın parçaları söküp götürdüler. Fakat asıl önemlisi bu mozaiklerin hepsi 1453'ten sonra sıkı bir koruma altına alındılar. Ve böylece de günümüze kadar ulaştılar. Mabet camiye çevrildikten sonra biri Fatih Sultan Mehmet döneminde, biri 2. Beyazıt döneminde ve ikisi Sultan Ahmet döneminde dört minare dikildi, mihrap ve mahfil eklendi. zaman içinde Sıbyan Mektebi ve Kütüphanesi olan bir eğitim merkezine dönüştürüldü.
Takip eden asırlarda bahçesine 17 farklı yapı daha inşa edildi ve 5 padişah Ayasofya Külliyesi'ne... defnedildi. Sultan Abdülmecit döneminde Allah, Muhammed ve dört halife isimleri yazılı dev levhalar mabede yerleştirildi.
O artık İstanbul'un ve dünyanın en büyük camisiydi. İstanbul fethedildiğinde şehirde bulunan 410 kilise ve 300 manastırdan sadece 36'sı camiye çevrildi. 9. yüzyılda inşa edilen Kalenderhane Camii de bunlardan biri.
Bu kilise camilerin ortak bir sorunu var. Binanın tam olarak kıbleye dönük olmaması. Bu yüzden namaz safları absis duvarına diyagonal sıralanmış. Ancak Ayasofya'da durum farklı. Binanın absisi çok küçük bir farkla kıbleye dönük.
Üstelik bir katedral olarak inşa edilmiş olmasına rağmen. Ayasofya, 1500 yıl önce sanki bir cami olarak inşa edilmiş gibi... Kıble yönüne dönük.
Peki ama neden? İşte tüm bu efsanelerin temelindeki ağlayan sütun. Rivayete göre İstanbul'un fethinden sonra bina camiye çevrilirken Hızır Aleyhisselam tam buradan tutarak binayı kıbleye döndürür.
Yani bu delik Hızır'ın parmak izidir. Aslında bina yapıldığı günden beri bir milimetre dahi yerinden kıpırdamadı. Bizans döneminde tüm kiliseler absis duvarı Kudüs'e dönük inşa edilirdi ve konumu gereği İstanbul çok dar bir açı farkıyla Kudüs ve Mekke ile aynı düzlemde. Ayasofya'nın diğer kiliselerden daha fazla kıvriye dönük olması ise daha eski olmasından, pusulanın icadından önce inşa edilmesinden kaynaklı.
İnanışa göre kim bu deliğe baş parmağını sokup tam bir tur çevirebilirse Tüm dilekleri gerçekleşir. Bir deneyelim. Bir insanın elini kırmadan bunu başarması imkansız.
İşte bu yüzden efsaneler hep var olmaya devam edecek. 1 Haziran 1453 İstanbul'un ilk cuma namazı için ezan sesi duyulur. Bu efsanelerden uzak yeni bir tarihin başlangıcıdır ve yeni bir çağın müjdecisidir.
Fakat bu Ayasofya'nın cami olarak son açılışı olmayacaktır. 1935'te camistan... İstatüsünden çıkarılan Ayasofya, 24 Temmuz 2020'de yeniden cami olarak açılır.
Ayasofya, bir çağın kapanışının ve yeni bir çağın başlangıcının sembolüydü. Üç büyük hükümdarın gözdesi oldu ve İmparatorlar Tahtı'nın bekçisi olarak, 15 asır boyunca yapılışıyla, şahit olduğu olaylarla ve sakladığı sırlarla gerçek bir efsaneye dönüştü. Ayasofya, antik bir mühendislik devrimiydi.
1507'de Seviya Katedrali inşa edilene kadar dünyanın en büyük mabedi olarak kaldı. Bugün, tarihin en hızlı inşa edilen dini yapısı konumunda. Gerçek gizemi, 15 asırdır eksilmeyen görkemi ve yeri doldurulamaz tarihsel değerinde yatıyor. Ayasofya'nın gerçek hikayesini artık daha iyi anlayabiliyorum. Ama...
Gün ışığına çıkmayı bekleyen daha onlarca sır var. Gizemli bir el izi, yılanların deldiği bir lahit ve daha niceleri. Kim bilir belki bir gün tüm bu efsaneleri de açıklayabileceğiz. Ya da sonsuza dek gizemini korumaya devam edecek.
Ama kesin olan Ayasofya, yeryüzünde yaşayan her iki kişiden birinin dini inancında çok özel bir yere sahip olmaya devam edecek.